10 Ekim 2018 Çarşamba

Günümüz Aynasından Gölpınarlı'ya Bakmak



KENDİNİN ŞEYHİ BİR DERVİŞ

Abdülbaki Gölpınarlı’ya başlangıçta dedesinin taşıdığı Mustafa İzzet adı verilmişse de ailenin çocukları çok yaşamadığı için uzun ömürlü olsun diye adı Abdülbaki’ye çevrilmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı'nın atalarının Azeri kökenli olduğu belirtilir. Kendisine seçtiği Gölpınarlı soyadı, Azerbaycan’ın Gence’deki Gölpınar (Gökbulak) köyünden olmasından ötürü, ailesinin Gölpınarlızadeler diye tanınmasındandır. Gazeteci olan Gölpınarlı’nın babası Ahmet Agâh Efendi, Ahmet Mithat Efendi'nin çıkardığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde uzun yıllar gazeteci olarak çalışır; Mevlevi tarikatı mensubu olan kültürlü bir aile muhitinde yetişen, daha yedi sekiz yaşlarında iken Bahariye Mevlevîhânesi’ne gitmeye başlayan, küçüklük çağından itibaren tasavvuf ve tarikat kültürü ile yoğrulmaya başlayan Abdülbaki Gölpınarlı, Bâbıâli’de Hoca Tahsin Medresesi’ndeki Yûsuf Paşa  İlkmektebi’nden sonra özel Menbaülirfan İdâdîsi’nin rüşdiye kısmını bitirip devam etmekte olduğu Gelenbevî İdâdîsi’nin son sınıfında iken 1916’da babasının ölümü üzerine tahsilini bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kalır. Bir süre İstanbul Vezneciler'de kitapçılıkla uğraşır. Daha sonra Çorum'un Alaca ilçesindeki Menbâ-i İrfân İptidâî Mektebi'nde öğretmenlik ve idarecilik yapar. 1922’de İstanbul’a dönerek, sınavla son sınıfına girdiği İstanbul Erkek Muallim Mektebi’ni, ardından da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü, Profesör Köprülüzade Mehmet Fuat Bey'in nezaretinde hazırladığı Melâmilik ve Melâmiler adlı mezuniyet tezi ile bitirir. (1930)

1931’de yayımladığı tezi olan Melâmilik ve Melâmiler adlı yapıtıyla ismini duyuran Gölpınarlı, Türkiyat Mecmuası, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası’nın yanı sıra çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda bilimsel makale yayımlar; İslam Ansiklopedisi ile Türk Ansiklopedisi’nin muhtelif maddelerini yazmıştır. Küçük yaşta benimsediği Mevlevilik, tasavvuf ve tarikatlar konusundaki özgün çalışmalarıyla bu alanda otorite sayılan önemli isimlerden biri. 100’ün üzerinde eseri bulunan Abdülbaki Gölpınarlı 400’ün üzerinde de makale sahibi. Telif eserler dahil kitaplarının tümü de iddialı eserlerdir. Özgün eserlerinde ileri sürdüğü görüşler sarsıcı tartışmalar oluşturduğu gibi, telifli eserlerinden de tartışmalar yaratan önemli çıkarımlarda bulunmuştur. Düşünce dünyasındaki geniş perspektif aynı zamanda kimi çelişkilere kapı araladığı için değişik çevrelerden eleştirilerle karşılaşmıştır.
Yazdığı eserlerdeki çeşitlilik dikkate alındığında süreç içerisinde düşüncelerinde oldukça farklılıkların göze çarptığı Gölpınarlı’nın bazı eserlerinin kaynak niteliğinde olması değişik kesimlerden ilgi görmesini sağlamıştır.
En soldan, en sağa  kadar farklı görüşteki insanların önem verdiği ve ilgiyle takip ettiği bir isim olan Gölpınarlı, bu özelliğiyle değişik kesimlerin islami konulara ilgi göstermesini, tasavvufa yakınlık duymasını sağlar. Ancak, düşünce dünyamıza böylesi önemli katkılar sağlarken, kendisini uçarı bir düşünür olarak tanımlanmaya yol açacak arayışlara girmesi nedeniyle de ömrü boyunca çok yönlü eleştirilerin kurbanı olmuştur.
Abdülbaki Gölpınarlı, çocukluğundan itibaren derûni şeylere ilgi duyan birisidir. Bu nedenle neredeyse her çiçeğe konan uçarı bir arı gibidir. Ancak her gittiği yerde mutlaka beğenmediği, eleştirdiği durumlarla karşılaşır, orada mevcut olan kimi şeylere tepki gösterir. Bu durumu ömür boyunca sürer. "Çok hassas ve farklı bir karaktere sahip olan Abdülbaki Gölpınarlı, küçük yaşlarından başlayarak çeşitli tarikatlara girmişse de fazla sebat göstermeden bunlardan ayrılmıştır. Görüş ve cephe değiştirmesiyle ilgili olarak, Namık Kemal'e yaptığı hücumlardan dolayı Nazım Hikmet aleyhinde yazılmış yazılar arasında en ağır hicviyeyi kaleme alan bir kimse iken sonraki yıllarda Marksist tanınan bir çevre ile ilişkide bulunabilmesi onun değişken mizacı hakkında bir fikir verebilir. Nazım Hikmet'e karşı, adı geçenin Peyami Safa'ya olan hicviyesi yolunda yazdığı bu manzume Atsız tarafından, "Bu aşağıdaki şiiri arkadaşım Abdülbaki Gölpınarlı gönderdi. Nazım Hikmetof Yoldaşa haddini bildiren bu yazıyı da Türkçüler'in duygularına makes olduğu için neşrediyorum" kaydıyla yayımlanmıştır (Komünist Don Kişotu Proleter Burjuva Nazım Hikmetof Yoldaşa, İstanbul 1935, s. 13-16). Çabuk parlar, bir görüşten onun tam karşıtı bir görüşe geçebilen mizacına mukabil bütün hayatı boyunca Şiilik ve Mevleviliğe büyük bir sadakatle bağlı kalmıştır. Şii usulünce namaz kılarken secdede başını koyduğu Necef taşını gözyaşı ile ıslatır, Mevlana'dan söz ederken gözleri yaşarırdı. Farsça'yı iyi öğrenmiş, ayrıca girdiği tarikatlarda tasavvuf ve bu tarikatların adabı hakkında bilgi edinmiştir ." (İslam Ansiklopedisi)

Bir edebiyat tarihçisi olan Abdülbâki Gölpınarlı tasavvuf ve tarikatlar konusunda yazdığı kitaplar ve makalelerde alışılmışın dışında görüşlerin sahibi olmuştur. Abdülbâkî Gölpınarlı kaleme aldığı altı ciltlik Mesnevî Tercümesi ve Şerhi adlı eserinde yedinci cilt tartışmalarına son noktayı koyacak iddialar ortaya atarak, 7. cildin Mevlana'ya ait olmadığını öne sürer, bununla ilgili çeşitli açıklamalarda bulunur. Bazı şeylerin Mevlana adına uydurulduğunu detaylarıyla açıklar. Gölpınarlı 6 ciltlik Mesnevi şerhi yanında, Mevlana Celaleddin (1951), Mevlana’dan sonra Mevlevilik (1953) ve Mevlevi adap ve erkanı adlı eserleriyle kültür dünyasında Mevlana’ya önemli bir yer ayırmıştır.
Gölpınarlı, edebiyat alanında yazdığı makale ve kitaplarda okuyucuya doğru bilgiler sunmaya özen gösterirken her şeye sınırsızca eleştirilerde de bulunan biriydi. Bu durumu onu çoğu kez hedef yaptı. Bilhassa divan edebiyatının öncülerine yönelttiği sert eleştiriler, edebiyat dünyasında tepkiler topladı.
Gölpınarlı'nın 1945'te yayımladığı "Divan Edebiyatı Beyanındadır"da yer alan edebiyat eleştirisi önemli tartışmalara yol açmıştır. Gölpınarlı’nın iddiasına göre divan edebiyatı İran edebiyatının kötü bir taklidiydi; toplum sorunlarıyla ilgilenmiyor, insanları uyuşukluk ve tembelliğe iterek hayalcilik ve kadere boyun eğmeye özendiriyordu. Ayrıca, divan edebiyatı her şeyi gerçekliğinden uzaklaştırıyor, onu doğal halinden çıkarıyordu. "Divan edebiyatı şairi, tabiatı, bizi güzellikleriyle hayran eden, şiddetleriyle ezen, yıkan tabiatı buğulu gözlerle görür; gördükten sonra gözlerini yumar ve gördüklerini kafasındaki mecazlar diline adapte eder de öyle yazar. Ve tabiidir ki bu çeşit anlatılan tabiat, tabiîlikten çıkmıştır." (Divan Edebiyatı Beyanındadır. Sf.19-1945)



Gölpınarlı’nın divan edebiyatını eleştirilerinin dozunun iyice yükselmesine arkadaşı Nurullah Ataç’tan bile tepki gelir. Eskiyi eleştirmesiyle bilinen Ataç, Gölpınarlı’nın eleştirilerinden son derece rahatsız olur ki, bu rahatsızlığını ona yazdığı mektupta dile getirir ve arkadaşına karşı oldukça ağır bir dil kullanır. Mektubunda Gölpınarlı’yı, eleştirilerini yaparken samimi olmamakla, çoğu şeyi abartarak ve gerçeklerden saptırarak söylemekle, inanmadığı şeyleri ifade etmekle suçlar. Ataç, Gölpınarlı’nın özellikle divan şiirinde aşk olmadığı, insanı anlatmadığı fikrine karşı durur:

"Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan"

beytini örnek vererek; "Burada bütün insanlığın macerasına, senin öz macerana dokunan bir şey duymuyorsan ne söylersen söyle, haklısın divan şiirinde insan yoktur, hiçbir şey yoktur;  ama şiirden anlarım şiiri severim de deme" diyerek sert çıkar ve düşüncelerine şöyle devam eder: "Divan şiirini sevmeyen, ondaki sesi duymayan bir Türk, Avrupa şiirini de, yeni şiiri de gerçekten sevemez. Şiir ne kalıba girerse girsin, hangi dille, hangi çağda yazılırsa yazılsın, bütün ayrılıklar, bütün değişmeler arasında bir kalan özü vardır, o özü divan şiirinde duyamayan başka şiirlerde de duyamaz."
Ataç, mektubunu, yayımladığı bu kitabından dolayı Gölpınarlı’ya gücendiğini, kızdığını belirterek tamamlarken şöyle der: "Kendine de bize de nasıl kıydın Abdülbâkî? Divan şiirine kıymışsın demiyorum, onu yıkamayacağını, onun değme saldırışlara aldırmadığını Nâbî Efendi çoktan haber vermiş:

'Eğerçi köhne metâ’ız revâcımız yoktur
Revâca da o kadar ihtiyâcımız yoktur'" – (Tanzimattan Cumhuriyete Divan Edebiyatı'na Yaklaşımlar / Dr. Yasemin Ertek Morkoç )

Gölpınarlı yalnızca divan edebiyatını eleştirmekle kalmaz, Tanzimatçıları da eleştirir. Tanzimat dönemi şairleri ile Fikret haricindeki Servet-i Fünûn şairleri de bu eleştirilerden payını alır. Tanzimat edebiyatı, olumsuzlanan konular arasında divan edebiyatıyla birlikte ele alınır. Tanzimat, uyanışın ardından uyku sersemi olunan döneme benzetilir. Gölpınarlı, Tanzimat'ın fikir olarak yeniliklerin telaffuz edildiği bir dönem olmasına rağmen, dönem sanatçılarının divan edebiyatının takipçileri oldukları düşüncesindedir. Öte yandan Tanzimat dönemi şairlerinin, bir hayranlık duymakla birlikte Avrupa'yı tam olarak anlayamadıklarını, ona dışarıdan ve ayakları yere basmayan bir konumdan baktıklarını ifade eder. Bu şairlerin Avrupa'nın pozitif bilimlerinden habersiz olduklarını, orada "bilimin dine galebe çaldığı"nı fakat Avrupa'yı beğenenlerin, sadece refah boyutunun bizde olmadığına yazıklanmakla birlikte o refah boyutunu hazırlayan şartları görmezden geldiklerini iddia eder. (Gölpınarlı 1945: s.109-115)"

Abdülbaki Gölpınarlı, dini konularda da tartışılan görüşlere sahipti. Buna rağmen bu alandaki eserleri de diğerleri kadar önemsenir.  "Hz. Ali, On İki İmam, Hz. Fatıma ile ilgili çalışmaları İslam Tarihi’ne dair yazmış olduğu kitaplar da önemli bir yer kapsamaktadır. İslam Tarihi’ne dair çalışmalarında, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt üzerinde daha ağırlıklı bir şekilde durduğu dikkat çekmektedir. Eserlerinde, Hz. Peygamber’in hayatını anlatmış, bazı olaylara farklı bir bakış açısı getirmiş ve Hz. Muhammed’in kişiliğine dikkat çekip, özel vurgular yapmıştır. Kitaplarında, Hz. Peygamber’in hayatını, onun ailesini, kişiliğini ve ehli beyt-i tanıtmıştır. Muallim Abdülbaki ismiyle okullar için de din dersi kitapları da yazmış ve bunlarda İslam Dini’nin yanı sıra Hz. Peygamber’i de anlatmıştır. Bu kitaplarda özellikle Hz. Muhammed’in beşeri özelliğini ve kişiliğini ön plana çıkartmıştır. Sosyal Açıdan İslam Tarihi ve Hz. Muhammed ve Hadisleri adlı her iki eserinde de Hz. Peygamber’in hayatını anlattıktan sonra, yeni başlıklar altında onun vasıflarını tanıtmaya çalışmıştır." (Abdülbaki Gölpınarlı'nın Hayatı, İslam Tarihçiliği ve Hz. Muhammed Tasavvuru-Dr. Zekeriya Akman)

Onlarca iddialı eserin sahibi olan Abdülbaki Gölpınarlı’ya aydınlarımızın gereken ilgiyi göstermeyişi ve kendisiyle ilgili derli toplu değerlendirmelerin yapılmayışı kültürümüzün içinde bulunduğu olumsuzluğu ortaya koymakta. Birkaç makale ve birkaç araştırma ile geçiştirilemeyecek bir isim olan Gölpınarlı hakkında yazılmış güzel eserlerden biri olan Ahmet Güner Sayar’ın "Abdülbâki Gölpınarlı" adlı eseri de, onu daha yakından tanımak isteyenler için önemli bir çalışma.
Çok sevdiği dedesinin izini sürerken Gölpınarlı'ya ulaşan Sayar, hem onunla yaptığı sohbetlerden, hem de onun hakkında yazılanlardan yararlanarak farklı bir eser meydana getirmiş. Bir iktisat profesörü olan Sayar, Abdülbaki Gölpınarlı'yla tanışmasının ardından onunla (1967-1982 yılları arası) on beş yıl görüşür. Sayar, 2013 yılında kendi anıları doğrultusunda, başka kaynakları da kullanarak biyografi ve monografi olmadığını söylediği, Albdülbaki Gölpınarlı'ya İslami tasavvufu açısından bakma çalışması olarak tanımladığı kitabı çıkarır.
"Abdülbâki Gölpınarlı üzerine kaleme aldığımız bu çalışma, ne bir biyografi, ne de anılar yumağının tek başına rehberlik ettiği bir monografidir. Bu kitap çalışması, daha ilk gençlik yıllarına ulaşmadan vefat eden dedesini arayan bir torunun, kendisine açılan İslâm tasavvufu penceresinden Abdülbâki Gölpınarlı’ya bakışıdır. Hoca’nın mezhebine, İslâm tarihini ele alışına hiç bakmadan, onun tasavvuf tarihi yazılarına, tarikat eğilimlerine, hocalarına, yetiştiği mutasavvıflara, sohbet dostlarına da ilgi duyduğumuz için, bu bakış açısı, pek haklı olarak, mezhep ve tarikat taassubundan arınmış bir başka pencereye geçmemizi gerektirdi. Bu pencereden kültür tarihimizin irrasyonel temelli unsurlarını görmek ve buradan hareketle, Abdülbâki Gölpınarlı için bu çalışmayı kaleme alırken, onun engin müktesebatının yazıya dökülmüş olanları ilk elden başvurduğumuz kayıtlar oldu. Ayrıca, istifade ettiğim sohbetleri yanında, onu tanıyanların anlattıkları ve hakkında yazılanlar da bu çalışmamıza kaynaklık ettiler."

Sayar, kitabında Gölpınarlı’yı elinden geldiğince objektif bir şekilde okuyucuyla buluşturmaya çalıştığını belirtir; "Bu kitap, Abdülbâki Gölpınarlı için bir meddahın kaleminden çıkmış bir övgü olmadığı gibi, onu mezhep ve tarikat taassubuyla yeren bir şikâyetname de değildir. İdrak ve ihata gücümün elverdiği ölçüde Hoca’yı, vicdanımın adalet terazisini bilgiyle elimde tutarak ve okuyucuyu boğacak dipnotlardaki atıflara gönderme yaparak, değerlendirmeye çalıştım. Subjektif bilgi küresinde yol alırken, irrasyonel dünyanın Türk kültür bereketini nasıl beslediğini gördüm"  diyerek onunla ilgili yazdığı kitapta duygusal davranmadığını belirtir..
Sayar’ın, yazdığı bu eserin serüveni dedesinin okuduğu bir kitapla başlar ve dedesinin ölümüyle de gizemli bir merakla dedesinin izini sürme isteğiyle gelişir. Kilit isim Abdülbaki Gölpınarlı’dır; "Abdülbâki Gölpınarlı ismiyle ilk kez, dedemin çalışma masasındaki bir kitapla karşılaştım. O tarihlerde ilkokul öğrencisiydim. Sırlı bir insan olan dedemi odasında ya Kur’an okurken, ya da elinde eski yazı bir kitabın sahifeleri arasına dalmış bulurdum. Çalışma masasının üzerinde elyazması ve basma kitaplar vardı. Bu kitapları okuyamıyordum. Kitaplardan sadece bir tanesi eski yazı değildi; Abdülbâki, Melâmilik ve Melâmiler, [(İstanbul, 1931)]. Bu kitap, adeta dedemin elinden düşmezdi. İlkokulu bitirmek üzereydim. 1958 Martında bir gün, dedem bana iki lira verdi ve şunu istedi: 'Caddedeki kırtasiyeciden Abdülbâki Gölpınarlı’nın Varlık Yayınları arasında çıkan Mevlana [(İstanbul,1958)] kitabını al, birlikte okuyalım.' Gölpınarlı’nın kaleminden bu kitapta önce, Hz. Mevlana’nın hayat hikâyesini, sonra onun Mesnevi’den yaptığı seçmeleri okumaya başladım. Ben okuyordum, dedem de dinliyordu. Okumasına okuyordum ama okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyor, zihnime çakılan, mesela "aşkın usturlâbı" gibi ifadeleri çözemiyordum. Bu kitapla birlikte, Abdülbâki Gölpınarlı ismiyle ikinci kez karşılaşmış oluyordum. Kitabın okunması ile ağır aksak yol alırken dedem Rahmeti Rahman’a kavuştu. Onun vefatıyla, evimizin orta direği çöktü. Bu vefat sonrasında, kendimi bir boşlukta, daha açıkçası, denize atılmış, yolu ve hedefi olmayan, ne yaptığını bilmeyen bir tahta parçası olarak görüyordum. Aile içerisinde dengeyi muhafaza eden, torununu eğiten kâmil bir insanın ölümüyle bıraktığı boşluk, beni teslim almıştı.
Zaman akarken, kendimi sevk-i tabiinin itici gücüyle, bir arayışın içerisine çekilmiş buldum ve şunu idrak etmeye başladım. Dedem, vefatıyla beni daha ilk gençlik yıllarıma ulaşmadan terk etmişti ama önüme de yazısız bir yol haritası koymuştu. Kur’an-ı Mübin’i yüzünden okuyabilmemi sağlamış, Mesnevi’den bazı kısımları bana okutmak fırsatıyla, daha o yaşlarda Hz. Mevlana ve Ahmed Amiş Efendi [vefatı 9.V.1920] ile gönül yakınlığı kurmama kapı açmıştı. Fakat işin asıl ilginç yanı, emekli bir hâkim olan dedem, yazılı vasiyetiyle, yazma-basma kitapları ile evrak-ı metrûkesini, iki kerimesine rağmen, bana bırakmıştı. İşe, önce evrakın tasnifiyle başladım. İçerisinde dağınık, ama güzel bir rika ile kaleme alınmış notları, Arap harflerine aşina olmama rağmen çözemiyordum. Osmanlı paleografyası ile bu işi hallettim. Ortaya çıkan tablo şu idi: Dedemden intikal eden kitap ve notlar, bir binanın yapı taşlarıydı. Bu malzemeden hareketle, kırık dökük de olsa, ortaya bir ev çıksa bile, evin sahibini ruhen tanıyamamanın yarattığı bir sıkıntı vardı. Dedem kimdi? Annem, dedemin Fatih’in türbesini bekleyen Ahmed Amiş Efendi’ye bağlı olduğunu söylemişti."
Emekli bir hâkim olan dedesinin Fatih türbesini bekleyen Ahmet Amiş Efendi’ye bağlı olduğunu öğrenince bu kişiyle ilgili bilgiler almaya çalışır, ancak dedesinin başucu eserlerinden olan Gölpınarlı’nın "Melamilik ve Melamiler" adlı eserinde bu isme rastlayamaz. Bu kez tek umudu, dedesinin dostu olduğunu bildiği Abdülbaki Gölpınarlı’ya ulaşıp, konu hakkında ondan bilgi almak olur. Beyazıt Sahaflar Çarşısı'nda tesadüf eseri onunla karşılaşır ve böylece onunla sohbetler başlar. Bu vesileyle de Gölpınarlı'yı tanıma ve düşüncelerini daha yakından öğrenme fırsatını elde eder.

GENÇ YAŞTA GELEN ŞÖHRETİN AÇTIĞI KAPILAR
Caferi mezhebine bağlı Mevlevi tarikatı mensubu anne babanın oğlu olan Gölpınarlı, ömrü boyunca anne babasının etkisi altında olduğunu itiraf eder.
"Babam Mevlevi idi. Anam Mevlevi idi. Her ikisi ve bütün ailemiz, evimizin içindekiler dinlerine sadık kişilerdi. Ve hepsi tarikat erbabı idi. Öyle bir hava içinde büyüdük. Kulağımıza ilk gelen sesler ya ezan sesi, ya dua sesi, ya ney sesi, gözümüzü ilk açtığımız zaman ilk gördüğümüz şeyler, dini levhalar, Kur’an vesaire. Böyle bir çevre içinde doğduk ve böyle bir çevre içinde büyüdük. Tabiatıyla bunun büyük etkisi oldu.Yani evimiz, İslam-Türk kültürünü hazmetmiş bir çevre durumundaydı. Tabiatıyla bu yolda yürüyecektik."
"8-9 yaşında, Bahariye Mevlevihanesi’ne başladım. Orada, Hüseyin Fahreddin Efendi, hem zamanın en büyük mutasavvıfıydı, mutasavvıf değil sofisiydi -çünkü 'mutasavvıf' tasavvuflaşmış…- en büyük sofisiydi, en büyük musikişinasıydı, en mükemmel bir şairiydi ve en olgun bir insanıydı. Ona intisab ettik. Bahariye Mevlevihanesi’nde terbiye gördük."
Ailesinden etkilenmesi ve Mevleviliğe ilgi duyması onu genç yaşta Mevleviliği araştırmaya sevkeder. Öğrencilik yıllarında Türkolojinin en önemli isimlerinden Fuad Köprülü’den çok şeyler öğrenir. Köprülü, bir Mevlevi genci olan Gölpınarlı’dan "fakülte’den mezuniyet tezi olarak Osmanlı asırları içerisinde melâmet olgusu ile hakim melamet damarlarını ve önde giden melâmileri incelemesini istemişti. Gölpınarlı, ciddi bir çalışmanın ürünü olan Melâmilik ve Melâmiler'i 1930 yılında hocasına teslim etti."
İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesinden mezuniyet tezi olan "Melâmilik ve Melâmiler" adlı kitabı 1931 yılında yayınlandığında henüz otuz yaşını tamamlamıştı.
“Melamilik ve Melamiler’in yayınlanması Abdülbâki Gölpınarlı’ya, münevver muhitinden öte, tasavvufta melâmet olgusuna ilgi duyanlar ile bilhassa Monarşi’den Cumhuriyet’e geçen melâmiler arasında, belki hiç beklemediği şöhreti peşi sıra getirmiş, ismi Şarkiyat araştırıcıları arasında duyulmaya başlamıştı. Abdülbâki Gölpınarlı’nın dost halkası genişliyordu. Kendisini ‘Yaz ikindileri’ denilen bir grubun içinde buldu. Mithat Sertoğlu’nun kaydettiğine göre, İstanbul Beyazıt'ta, Devlet kütüphanesinin karşısında çınar ağacının altındaki kahveye gelen 'o devir İstanbul’un edip ve lebibleri' arasında “Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mükremin Halil Yınanç, Ahmet Kamil Akdik, Rıfkı Melûl Meriç, Ali Nihat Tarlan ve Sabri Siyavuşgil vardı. Onlar tarih, şiir ve edebiyat sohbetlerinde bulunurlardı."

"Yahya Kemal Beyatlı’nın, bu arada yazdığı meşhur bir beyit Gölpınarlı ile aralarındaki yakınlaşmayı tescil etmekteydi:
Baki Pınarlı, Rıfkı Melûl, bir de bendeniz
Bizler, ikinci devre Melâmilerindeniz."
Ancak, daha sonra Gölpınarlı’nın Yahya Kemal ile araları bozulur, hakkında oldukça kötü şeyler yazar;
"Bütün bu haşır-neşir dünyasında, yurdumuzda yaşayan bir şair var. Büyük, çok büyük bir şair! İçkinin Şiiri’ni yaratan içkinin şairi, …Yaşadığı devri görmez, zamanındaki feryatları duymaz, olayları anlamaz bu şair. Devrini yaşayan, devrinde başına toplananların sayesinde şöhret yapan bu şairden, devrine ait kalanların hepsi, hepsi bu kadar işte! Dünyaya bigânedir, yurda bigâne!"

Gölpınarlı’ya şöhret kazandıran "Melamilik ve Melamiler" isimli eseri çeşitli çevrelerde kimi eleştirilere uğrar. Gölpınarlı’nın kendisi de bu eserine zamanla çeşitli eleştirilerde bulunur ve sonradan bu eserinde eklemeler ve çıkarmalar yapar. Bu eserine yaklaşımında olduğu gibi görüşlerinde sık sık değişikliklerin olması yaşamı boyunca sürer. "Gölpınarlı Hoca, bir ‘maneviyat yolcusu’ olarak da yaşamının uzunca bir bölümünde zikzaklar yapmaktan kurtulamamıştı. Mevlevilik gibi, Bektaşilik gibi apayrı tarikatların dervişi olmuş, sonraları Melamiliğe ilgi duymuştu. Dört beş ay önce, ömrünün 82.yılında, şimdiki huzuruna ancak bu çelişkileri yaşamak suretiyle erdiğini söylemiş ve hamdetmişti."
"Gölpınarlı’nın kafa karmaşası, hem tezini yazarken, hem de tezinin kitaplaşmasından sonra da sürdü. Fuad Köprülü ekolüne bağlılığı, bu hocasından aldığı ultra ampirizme dayalı yöntem ve Rankevâri tarih anlayışının subjektif alan taşınması ile belge esaslı amprisizm, şifahi kültür karşısında mevcut ikilemin bir ayağı olmuştu."
Gölpınarlı, "Türk tarihinin çoğu sahasında olduğu gibi, Köprülü’nün Anadolu’nun din tarihi alanındaki katkılarının büyüklüğü, değeri, yol göstericiliği kesinlikle her izahtan vârestedir." diye övgüler yağdırdığı hocasıyla da zamanla yolunu ayırır. Bunu yaparken de Köprülü’ye ciddi bir suçlama yöneltir. "Beni, Nihal(Atsız)ı, Abdülkadir(İnan)ı, Kıvamettin(Burslan)ı, etrafındaki herkesi, tek bir kadro için senelerce oyaladı hepimizi. Malzemeyi biz toplardık, o uslûba sokar, imzasını atıp yayınlardı. Kullanıldığımızı anlayınca ayrıldık, o da gitti politikaya girdi.”
Hocası Köprülü’yle arasındaki kırgınlık ömür boyu sürer. Köprülü onu defterinden tamamen sildiği halde, Gölpınarlı yazılarında ondan alıntılar yapmakta, ona atıfta bulunmakta beis görmez.
Gölpınarlı’nın iç dünyasındaki havarilik, düşünce havariliğinden farklı değildir. Mevleviliğe olan intisabından bir süre sonra Çorum, Alaca’daki Bektaşi dergahına bağlanır. Ancak burada da aradığını bulamaz. "Ben onlarda aradığımı bulamadım ve bir sabah kalktığımda; 'Al külahını, Eyvallahı içinde' sözünü yazdım, külahımı üstüne kapayıp tekkeden ayrıldım, ayrılış o ayrılış."
Gölpınarlı kırklı yaşlarında geniş düşünceleriyle tanınan bir tasavvuf uzmanı olarak farklı kesimlerin ilgi duyduğu kadar eleştirdiği bir isim de olur. Söyledikleri, yazdıkları siyasi çevrelerce yakın takibe alınır. "1940’ların ortasında, Abdülbaki Gölpınarlı komünizm şaibesiyle tutuklanır… takriben on ay mevkuf kaldı."
Gölpınarlı’nın mahkemedeki savunması mahkeme heyetinin dikkatini çekecek türden farklı bir savunmaydı.
"Gölpınarlı hoca, 'Mevlana'yı beğenen, müslüman sosyalist bir düşüncede olduğunu' söyledi. Kuran'dan Arapça örnekler göstererek o kadar güzel bir konuşma yapıyordu ki mahkeme heyeti, hatta konuşmalara karşı hiç ilgi göstermeyen başkan paşa bile onu hayran hayran dinliyordu."
(Sakıncalı Doktor, Müeyyet Boratav, 20. Yüzyıldan Anılar, s.24)

İçeri alındığında yapmakta olduğu Mesnevi çevirisinin yarım kalmış olması ona bu görevi veren Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i fazlasıyla tedirgin eder. Bu duygu içerisinde Yücel, Gölpınarlı’ya hapiste arka çıkar. "Hasan Ali Yücel’in bu sahiplenişi, birkaç yıl sonra bu defa Öner-Yücel davasında, Kenan Öner tarafından, şahitlerin ifadelerinin ışığında ‘solculara verilen bol paralar faslı’nda dile getirilmişti."
Gölpınarlı yaşadığı bu sıkıntılı dönemden sonra yakınlık duyduğu sol düşünceden de uzaklaşır, arkadaşlarının birçoğundan kopar. Üniversiteden de istifa ederek Üsküdar İhsaniye’deki evinde özellikle Mevlana ve Mevlevilik odaklı çalışmalarına ağırlık verir. Evinde çok dar bir çevreyle, sohbetlerle yetinir. Yaşamı boyunca bu sadeliğin dışına çıkmaz. "Şu kadar ki, oğluna vasiyeti gereği ölümü bile, sayıca az kişi dışında kimseye duyurulmamıştı."

Ahmet Güner Sayar’ın Abdülbaki Gölpınarlı’yı daha yakından tanımaya vesile olan kitabı, bu konuda bilgi edinmek, araştırma yapmak isteyenler için küçük çaplı ancak derli toplu bilgilerle donanmış, sohbet tadında bir eser. Kitabı okuduğunuzda, oldukça farklı, dolu, derinlikli ve inançlı bir kişilikle karşılaşıyorsunuz. "Tasavvuf ikliminde serüven limanlarını, önce ailesiyle, sonra şahsi girişimiyle, daha sonra bilgi ve mürşit arayışıyla dolaşan Abdülbâki Gölpınarlı, imanı müsellem bir insandı."

Semiha Kavak
Ayna İnsan Sayı: 18
MOCCA Dergisi -Berlin-



4 yorum: