KENDİNİN ŞEYHİ BİR DERVİŞ
Abdülbaki Gölpınarlı’ya başlangıçta
dedesinin taşıdığı Mustafa İzzet adı verilmişse de ailenin çocukları çok
yaşamadığı için uzun ömürlü olsun diye adı Abdülbaki’ye çevrilmiştir. Abdülbaki
Gölpınarlı'nın atalarının Azeri kökenli olduğu belirtilir. Kendisine seçtiği
Gölpınarlı soyadı, Azerbaycan’ın Gence’deki Gölpınar (Gökbulak) köyünden
olmasından ötürü, ailesinin Gölpınarlızadeler diye tanınmasındandır. Gazeteci
olan Gölpınarlı’nın babası Ahmet Agâh Efendi, Ahmet Mithat Efendi'nin çıkardığı
Tercüman-ı Hakikat gazetesinde uzun yıllar gazeteci olarak çalışır; Mevlevi
tarikatı mensubu olan kültürlü bir aile muhitinde yetişen, daha yedi sekiz
yaşlarında iken Bahariye Mevlevîhânesi’ne gitmeye başlayan, küçüklük çağından
itibaren tasavvuf ve tarikat kültürü ile yoğrulmaya başlayan Abdülbaki
Gölpınarlı, Bâbıâli’de Hoca Tahsin Medresesi’ndeki Yûsuf Paşa İlkmektebi’nden sonra özel Menbaülirfan
İdâdîsi’nin rüşdiye kısmını bitirip devam etmekte olduğu Gelenbevî İdâdîsi’nin
son sınıfında iken 1916’da babasının ölümü üzerine tahsilini bırakarak çalışma
hayatına atılmak zorunda kalır. Bir süre İstanbul Vezneciler'de kitapçılıkla
uğraşır. Daha sonra Çorum'un Alaca ilçesindeki Menbâ-i İrfân İptidâî Mektebi'nde
öğretmenlik ve idarecilik yapar. 1922’de İstanbul’a dönerek, sınavla son
sınıfına girdiği İstanbul Erkek Muallim Mektebi’ni, ardından da İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü, Profesör
Köprülüzade Mehmet Fuat Bey'in nezaretinde hazırladığı Melâmilik ve Melâmiler
adlı mezuniyet tezi ile bitirir. (1930)
1931’de yayımladığı tezi olan Melâmilik ve Melâmiler adlı yapıtıyla ismini duyuran Gölpınarlı, Türkiyat Mecmuası, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası’nın yanı sıra çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda bilimsel makale yayımlar; İslam Ansiklopedisi ile Türk Ansiklopedisi’nin muhtelif maddelerini yazmıştır. Küçük yaşta benimsediği Mevlevilik, tasavvuf ve tarikatlar konusundaki özgün çalışmalarıyla bu alanda otorite sayılan önemli isimlerden biri. 100’ün üzerinde eseri bulunan Abdülbaki Gölpınarlı 400’ün üzerinde de makale sahibi. Telif eserler dahil kitaplarının tümü de iddialı eserlerdir. Özgün eserlerinde ileri sürdüğü görüşler sarsıcı tartışmalar oluşturduğu gibi, telifli eserlerinden de tartışmalar yaratan önemli çıkarımlarda bulunmuştur. Düşünce dünyasındaki geniş perspektif aynı zamanda kimi çelişkilere kapı araladığı için değişik çevrelerden eleştirilerle karşılaşmıştır.
Yazdığı eserlerdeki çeşitlilik dikkate
alındığında süreç içerisinde düşüncelerinde oldukça farklılıkların göze
çarptığı Gölpınarlı’nın bazı eserlerinin kaynak niteliğinde olması değişik kesimlerden
ilgi görmesini sağlamıştır.
En soldan, en sağa kadar farklı görüşteki insanların önem
verdiği ve ilgiyle takip ettiği bir isim olan Gölpınarlı, bu özelliğiyle
değişik kesimlerin islami konulara ilgi göstermesini, tasavvufa yakınlık
duymasını sağlar. Ancak, düşünce dünyamıza böylesi önemli katkılar sağlarken,
kendisini uçarı bir düşünür olarak tanımlanmaya yol açacak arayışlara girmesi
nedeniyle de ömrü boyunca çok yönlü eleştirilerin kurbanı olmuştur.
Abdülbaki Gölpınarlı, çocukluğundan
itibaren derûni şeylere ilgi duyan birisidir. Bu nedenle neredeyse her çiçeğe
konan uçarı bir arı gibidir. Ancak her gittiği yerde mutlaka beğenmediği, eleştirdiği
durumlarla karşılaşır, orada mevcut olan kimi şeylere tepki gösterir. Bu durumu
ömür boyunca sürer. "Çok hassas ve farklı bir karaktere sahip olan
Abdülbaki Gölpınarlı, küçük yaşlarından başlayarak çeşitli tarikatlara girmişse
de fazla sebat göstermeden bunlardan ayrılmıştır. Görüş ve cephe
değiştirmesiyle ilgili olarak, Namık Kemal'e yaptığı hücumlardan dolayı Nazım
Hikmet aleyhinde yazılmış yazılar arasında en ağır hicviyeyi kaleme alan bir
kimse iken sonraki yıllarda Marksist tanınan bir çevre ile ilişkide
bulunabilmesi onun değişken mizacı hakkında bir fikir verebilir. Nazım Hikmet'e
karşı, adı geçenin Peyami Safa'ya olan hicviyesi yolunda yazdığı bu manzume
Atsız tarafından, "Bu aşağıdaki şiiri arkadaşım Abdülbaki Gölpınarlı
gönderdi. Nazım Hikmetof Yoldaşa haddini bildiren bu yazıyı da Türkçüler'in
duygularına makes olduğu için neşrediyorum" kaydıyla yayımlanmıştır
(Komünist Don Kişotu Proleter Burjuva Nazım Hikmetof Yoldaşa, İstanbul 1935, s.
13-16). Çabuk parlar, bir görüşten onun tam karşıtı bir görüşe geçebilen
mizacına mukabil bütün hayatı boyunca Şiilik ve Mevleviliğe büyük bir sadakatle
bağlı kalmıştır. Şii usulünce namaz kılarken secdede başını koyduğu Necef
taşını gözyaşı ile ıslatır, Mevlana'dan söz ederken gözleri yaşarırdı.
Farsça'yı iyi öğrenmiş, ayrıca girdiği tarikatlarda tasavvuf ve bu tarikatların
adabı hakkında bilgi edinmiştir ." (İslam Ansiklopedisi)
Bir edebiyat tarihçisi olan Abdülbâki Gölpınarlı
tasavvuf ve tarikatlar konusunda yazdığı kitaplar ve makalelerde alışılmışın
dışında görüşlerin sahibi olmuştur. Abdülbâkî Gölpınarlı kaleme aldığı altı
ciltlik Mesnevî Tercümesi ve Şerhi adlı eserinde yedinci cilt tartışmalarına
son noktayı koyacak iddialar ortaya atarak, 7. cildin Mevlana'ya ait olmadığını
öne sürer, bununla ilgili çeşitli açıklamalarda bulunur. Bazı şeylerin Mevlana
adına uydurulduğunu detaylarıyla açıklar. Gölpınarlı 6 ciltlik Mesnevi şerhi
yanında, Mevlana Celaleddin (1951), Mevlana’dan sonra Mevlevilik (1953) ve
Mevlevi adap ve erkanı adlı eserleriyle kültür dünyasında Mevlana’ya önemli bir
yer ayırmıştır.
Gölpınarlı, edebiyat alanında yazdığı
makale ve kitaplarda okuyucuya doğru bilgiler sunmaya özen gösterirken her şeye
sınırsızca eleştirilerde de bulunan biriydi. Bu durumu onu çoğu kez hedef
yaptı. Bilhassa divan edebiyatının öncülerine yönelttiği sert eleştiriler,
edebiyat dünyasında tepkiler topladı.
Gölpınarlı'nın 1945'te yayımladığı
"Divan Edebiyatı Beyanındadır"da yer alan edebiyat eleştirisi önemli
tartışmalara yol açmıştır. Gölpınarlı’nın iddiasına göre divan edebiyatı İran
edebiyatının kötü bir taklidiydi; toplum sorunlarıyla ilgilenmiyor, insanları
uyuşukluk ve tembelliğe iterek hayalcilik ve kadere boyun eğmeye özendiriyordu.
Ayrıca, divan edebiyatı her şeyi gerçekliğinden uzaklaştırıyor, onu doğal
halinden çıkarıyordu. "Divan edebiyatı şairi, tabiatı, bizi
güzellikleriyle hayran eden, şiddetleriyle ezen, yıkan tabiatı buğulu gözlerle
görür; gördükten sonra gözlerini yumar ve gördüklerini kafasındaki mecazlar
diline adapte eder de öyle yazar. Ve tabiidir ki bu çeşit anlatılan tabiat,
tabiîlikten çıkmıştır." (Divan Edebiyatı Beyanındadır. Sf.19-1945)
Gölpınarlı’nın divan edebiyatını
eleştirilerinin dozunun iyice yükselmesine arkadaşı Nurullah Ataç’tan bile
tepki gelir. Eskiyi eleştirmesiyle bilinen Ataç, Gölpınarlı’nın
eleştirilerinden son derece rahatsız olur ki, bu rahatsızlığını ona yazdığı
mektupta dile getirir ve arkadaşına karşı oldukça ağır bir dil kullanır.
Mektubunda Gölpınarlı’yı, eleştirilerini yaparken samimi olmamakla, çoğu şeyi
abartarak ve gerçeklerden saptırarak söylemekle, inanmadığı şeyleri ifade
etmekle suçlar. Ataç, Gölpınarlı’nın özellikle divan şiirinde aşk olmadığı,
insanı anlatmadığı fikrine karşı durur:
"Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan"
beytini örnek vererek; "Burada
bütün insanlığın macerasına, senin öz macerana dokunan bir şey duymuyorsan ne
söylersen söyle, haklısın divan şiirinde insan yoktur, hiçbir şey yoktur; ama şiirden anlarım şiiri severim de
deme" diyerek sert çıkar ve düşüncelerine şöyle devam eder: "Divan
şiirini sevmeyen, ondaki sesi duymayan bir Türk, Avrupa şiirini de, yeni şiiri
de gerçekten sevemez. Şiir ne kalıba girerse girsin, hangi dille, hangi çağda
yazılırsa yazılsın, bütün ayrılıklar, bütün değişmeler arasında bir kalan özü
vardır, o özü divan şiirinde duyamayan başka şiirlerde de duyamaz."
Ataç, mektubunu, yayımladığı bu
kitabından dolayı Gölpınarlı’ya gücendiğini, kızdığını belirterek tamamlarken
şöyle der: "Kendine de bize de nasıl kıydın Abdülbâkî? Divan şiirine
kıymışsın demiyorum, onu yıkamayacağını, onun değme saldırışlara aldırmadığını
Nâbî Efendi çoktan haber vermiş:
'Eğerçi köhne metâ’ız revâcımız yoktur
Revâca da o kadar ihtiyâcımız yoktur'" – (Tanzimattan
Cumhuriyete Divan Edebiyatı'na Yaklaşımlar / Dr. Yasemin Ertek Morkoç )
Gölpınarlı yalnızca divan edebiyatını
eleştirmekle kalmaz, Tanzimatçıları da eleştirir. Tanzimat dönemi
şairleri ile Fikret haricindeki Servet-i Fünûn şairleri de bu eleştirilerden
payını alır. Tanzimat edebiyatı, olumsuzlanan konular arasında divan
edebiyatıyla birlikte ele alınır. Tanzimat, uyanışın ardından uyku sersemi
olunan döneme benzetilir. Gölpınarlı, Tanzimat'ın fikir olarak yeniliklerin
telaffuz edildiği bir dönem olmasına rağmen, dönem sanatçılarının divan
edebiyatının takipçileri oldukları düşüncesindedir. Öte yandan Tanzimat dönemi
şairlerinin, bir hayranlık duymakla birlikte Avrupa'yı tam olarak anlayamadıklarını,
ona dışarıdan ve ayakları yere basmayan bir konumdan baktıklarını ifade eder.
Bu şairlerin Avrupa'nın pozitif bilimlerinden habersiz olduklarını, orada
"bilimin dine galebe çaldığı"nı fakat Avrupa'yı beğenenlerin, sadece
refah boyutunun bizde olmadığına yazıklanmakla birlikte o refah boyutunu
hazırlayan şartları görmezden geldiklerini iddia eder. (Gölpınarlı 1945:
s.109-115)"
Abdülbaki Gölpınarlı, dini konularda da
tartışılan görüşlere sahipti. Buna rağmen bu alandaki eserleri de diğerleri
kadar önemsenir. "Hz. Ali, On İki
İmam, Hz. Fatıma ile ilgili çalışmaları İslam Tarihi’ne dair yazmış olduğu
kitaplar da önemli bir yer kapsamaktadır. İslam Tarihi’ne dair çalışmalarında,
Hz. Ali ve Ehl-i Beyt üzerinde daha ağırlıklı bir şekilde durduğu dikkat
çekmektedir. Eserlerinde, Hz. Peygamber’in hayatını anlatmış, bazı olaylara
farklı bir bakış açısı getirmiş ve Hz. Muhammed’in kişiliğine dikkat çekip, özel
vurgular yapmıştır. Kitaplarında, Hz. Peygamber’in hayatını, onun ailesini,
kişiliğini ve ehli beyt-i tanıtmıştır. Muallim Abdülbaki ismiyle okullar için
de din dersi kitapları da yazmış ve bunlarda İslam Dini’nin yanı sıra Hz.
Peygamber’i de anlatmıştır. Bu kitaplarda özellikle Hz. Muhammed’in beşeri
özelliğini ve kişiliğini ön plana çıkartmıştır. Sosyal Açıdan İslam Tarihi ve
Hz. Muhammed ve Hadisleri adlı her iki eserinde de Hz. Peygamber’in hayatını
anlattıktan sonra, yeni başlıklar altında onun vasıflarını tanıtmaya
çalışmıştır." (Abdülbaki Gölpınarlı'nın Hayatı, İslam Tarihçiliği ve Hz.
Muhammed Tasavvuru-Dr. Zekeriya Akman)
Onlarca iddialı eserin sahibi olan Abdülbaki Gölpınarlı’ya aydınlarımızın gereken ilgiyi göstermeyişi ve kendisiyle ilgili derli toplu değerlendirmelerin yapılmayışı kültürümüzün içinde bulunduğu olumsuzluğu ortaya koymakta. Birkaç makale ve birkaç araştırma ile geçiştirilemeyecek bir isim olan Gölpınarlı hakkında yazılmış güzel eserlerden biri olan Ahmet Güner Sayar’ın "Abdülbâki Gölpınarlı" adlı eseri de, onu daha yakından tanımak isteyenler için önemli bir çalışma.
Çok sevdiği dedesinin izini sürerken
Gölpınarlı'ya ulaşan Sayar, hem onunla yaptığı sohbetlerden, hem de onun
hakkında yazılanlardan yararlanarak farklı bir eser meydana getirmiş. Bir
iktisat profesörü olan Sayar, Abdülbaki Gölpınarlı'yla tanışmasının ardından
onunla (1967-1982 yılları arası) on beş yıl görüşür. Sayar, 2013 yılında kendi
anıları doğrultusunda, başka kaynakları da kullanarak biyografi ve monografi
olmadığını söylediği, Albdülbaki Gölpınarlı'ya İslami tasavvufu açısından bakma
çalışması olarak tanımladığı kitabı çıkarır.
"Abdülbâki Gölpınarlı üzerine
kaleme aldığımız bu çalışma, ne bir biyografi, ne de anılar yumağının tek
başına rehberlik ettiği bir monografidir. Bu kitap çalışması, daha ilk gençlik
yıllarına ulaşmadan vefat eden dedesini arayan bir torunun, kendisine açılan
İslâm tasavvufu penceresinden Abdülbâki Gölpınarlı’ya bakışıdır. Hoca’nın
mezhebine, İslâm tarihini ele alışına hiç bakmadan, onun tasavvuf tarihi
yazılarına, tarikat eğilimlerine, hocalarına, yetiştiği mutasavvıflara, sohbet
dostlarına da ilgi duyduğumuz için, bu bakış açısı, pek haklı olarak, mezhep ve
tarikat taassubundan arınmış bir başka pencereye geçmemizi gerektirdi. Bu
pencereden kültür tarihimizin irrasyonel temelli unsurlarını görmek ve buradan
hareketle, Abdülbâki Gölpınarlı için bu çalışmayı kaleme alırken, onun engin müktesebatının
yazıya dökülmüş olanları ilk elden başvurduğumuz kayıtlar oldu. Ayrıca,
istifade ettiğim sohbetleri yanında, onu tanıyanların anlattıkları ve hakkında
yazılanlar da bu çalışmamıza kaynaklık ettiler."
Sayar, kitabında Gölpınarlı’yı elinden
geldiğince objektif bir şekilde okuyucuyla buluşturmaya çalıştığını belirtir;
"Bu kitap, Abdülbâki Gölpınarlı için bir meddahın kaleminden çıkmış bir
övgü olmadığı gibi, onu mezhep ve tarikat taassubuyla yeren bir şikâyetname de
değildir. İdrak ve ihata gücümün elverdiği ölçüde Hoca’yı, vicdanımın adalet
terazisini bilgiyle elimde tutarak ve okuyucuyu boğacak dipnotlardaki atıflara
gönderme yaparak, değerlendirmeye çalıştım. Subjektif bilgi küresinde yol
alırken, irrasyonel dünyanın Türk kültür bereketini nasıl beslediğini
gördüm" diyerek onunla ilgili
yazdığı kitapta duygusal davranmadığını belirtir..
Sayar’ın, yazdığı bu eserin serüveni
dedesinin okuduğu bir kitapla başlar ve dedesinin ölümüyle de gizemli bir
merakla dedesinin izini sürme isteğiyle gelişir. Kilit isim Abdülbaki
Gölpınarlı’dır; "Abdülbâki Gölpınarlı ismiyle ilk kez, dedemin çalışma
masasındaki bir kitapla karşılaştım. O tarihlerde ilkokul öğrencisiydim. Sırlı
bir insan olan dedemi odasında ya Kur’an okurken, ya da elinde eski yazı bir
kitabın sahifeleri arasına dalmış bulurdum. Çalışma masasının üzerinde
elyazması ve basma kitaplar vardı. Bu kitapları okuyamıyordum. Kitaplardan
sadece bir tanesi eski yazı değildi; Abdülbâki, Melâmilik ve Melâmiler,
[(İstanbul, 1931)]. Bu kitap, adeta dedemin elinden düşmezdi. İlkokulu bitirmek
üzereydim. 1958 Martında bir gün, dedem bana iki lira verdi ve şunu istedi: 'Caddedeki
kırtasiyeciden Abdülbâki Gölpınarlı’nın Varlık Yayınları arasında çıkan Mevlana
[(İstanbul,1958)] kitabını al, birlikte okuyalım.' Gölpınarlı’nın kaleminden bu
kitapta önce, Hz. Mevlana’nın hayat hikâyesini, sonra onun Mesnevi’den yaptığı
seçmeleri okumaya başladım. Ben okuyordum, dedem de dinliyordu. Okumasına okuyordum
ama okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyor, zihnime çakılan, mesela "aşkın
usturlâbı" gibi ifadeleri çözemiyordum. Bu kitapla birlikte, Abdülbâki
Gölpınarlı ismiyle ikinci kez karşılaşmış oluyordum. Kitabın okunması ile ağır
aksak yol alırken dedem Rahmeti Rahman’a kavuştu. Onun vefatıyla, evimizin orta
direği çöktü. Bu vefat sonrasında, kendimi bir boşlukta, daha açıkçası, denize
atılmış, yolu ve hedefi olmayan, ne yaptığını bilmeyen bir tahta parçası olarak
görüyordum. Aile içerisinde dengeyi muhafaza eden, torununu eğiten kâmil bir
insanın ölümüyle bıraktığı boşluk, beni teslim almıştı.
Zaman akarken, kendimi sevk-i tabiinin
itici gücüyle, bir arayışın içerisine çekilmiş buldum ve şunu idrak etmeye
başladım. Dedem, vefatıyla beni daha ilk gençlik yıllarıma ulaşmadan terk
etmişti ama önüme de yazısız bir yol haritası koymuştu. Kur’an-ı Mübin’i
yüzünden okuyabilmemi sağlamış, Mesnevi’den bazı kısımları bana okutmak
fırsatıyla, daha o yaşlarda Hz. Mevlana ve Ahmed Amiş Efendi [vefatı 9.V.1920]
ile gönül yakınlığı kurmama kapı açmıştı. Fakat işin asıl ilginç yanı, emekli
bir hâkim olan dedem, yazılı vasiyetiyle, yazma-basma kitapları ile evrak-ı
metrûkesini, iki kerimesine rağmen, bana bırakmıştı. İşe, önce evrakın
tasnifiyle başladım. İçerisinde dağınık, ama güzel bir rika ile kaleme alınmış
notları, Arap harflerine aşina olmama rağmen çözemiyordum. Osmanlı
paleografyası ile bu işi hallettim. Ortaya çıkan tablo şu idi: Dedemden intikal
eden kitap ve notlar, bir binanın yapı taşlarıydı. Bu malzemeden hareketle,
kırık dökük de olsa, ortaya bir ev çıksa bile, evin sahibini ruhen
tanıyamamanın yarattığı bir sıkıntı vardı. Dedem kimdi? Annem, dedemin Fatih’in
türbesini bekleyen Ahmed Amiş Efendi’ye bağlı olduğunu söylemişti."
Emekli bir hâkim olan dedesinin Fatih
türbesini bekleyen Ahmet Amiş Efendi’ye bağlı olduğunu öğrenince bu kişiyle
ilgili bilgiler almaya çalışır, ancak dedesinin başucu eserlerinden olan
Gölpınarlı’nın "Melamilik ve Melamiler" adlı eserinde bu isme
rastlayamaz. Bu kez tek umudu, dedesinin dostu olduğunu bildiği Abdülbaki
Gölpınarlı’ya ulaşıp, konu hakkında ondan bilgi almak olur. Beyazıt Sahaflar
Çarşısı'nda tesadüf eseri onunla karşılaşır ve böylece onunla sohbetler başlar.
Bu vesileyle de Gölpınarlı'yı tanıma ve düşüncelerini daha yakından öğrenme
fırsatını elde eder.
GENÇ YAŞTA GELEN ŞÖHRETİN AÇTIĞI KAPILAR
Caferi mezhebine bağlı Mevlevi tarikatı
mensubu anne babanın oğlu olan Gölpınarlı, ömrü boyunca anne babasının etkisi
altında olduğunu itiraf eder.
"Babam Mevlevi idi. Anam Mevlevi
idi. Her ikisi ve bütün ailemiz, evimizin içindekiler dinlerine sadık
kişilerdi. Ve hepsi tarikat erbabı idi. Öyle bir hava içinde büyüdük.
Kulağımıza ilk gelen sesler ya ezan sesi, ya dua sesi, ya ney sesi, gözümüzü
ilk açtığımız zaman ilk gördüğümüz şeyler, dini levhalar, Kur’an vesaire. Böyle
bir çevre içinde doğduk ve böyle bir çevre içinde büyüdük. Tabiatıyla bunun
büyük etkisi oldu.Yani evimiz, İslam-Türk kültürünü hazmetmiş bir çevre
durumundaydı. Tabiatıyla bu yolda yürüyecektik."
"8-9 yaşında, Bahariye
Mevlevihanesi’ne başladım. Orada, Hüseyin Fahreddin Efendi, hem zamanın en
büyük mutasavvıfıydı, mutasavvıf değil sofisiydi -çünkü 'mutasavvıf'
tasavvuflaşmış…- en büyük sofisiydi, en büyük musikişinasıydı, en mükemmel bir
şairiydi ve en olgun bir insanıydı. Ona intisab ettik. Bahariye
Mevlevihanesi’nde terbiye gördük."
Ailesinden etkilenmesi ve Mevleviliğe
ilgi duyması onu genç yaşta Mevleviliği araştırmaya sevkeder. Öğrencilik
yıllarında Türkolojinin en önemli isimlerinden Fuad Köprülü’den çok şeyler
öğrenir. Köprülü, bir Mevlevi genci olan Gölpınarlı’dan "fakülte’den
mezuniyet tezi olarak Osmanlı asırları içerisinde melâmet olgusu ile hakim
melamet damarlarını ve önde giden melâmileri incelemesini istemişti.
Gölpınarlı, ciddi bir çalışmanın ürünü olan Melâmilik ve Melâmiler'i 1930
yılında hocasına teslim etti."
İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesinden
mezuniyet tezi olan "Melâmilik ve Melâmiler" adlı kitabı 1931 yılında
yayınlandığında henüz otuz yaşını tamamlamıştı.
“Melamilik ve Melamiler’in yayınlanması
Abdülbâki Gölpınarlı’ya, münevver muhitinden öte, tasavvufta melâmet olgusuna
ilgi duyanlar ile bilhassa Monarşi’den Cumhuriyet’e geçen melâmiler arasında,
belki hiç beklemediği şöhreti peşi sıra getirmiş, ismi Şarkiyat araştırıcıları
arasında duyulmaya başlamıştı. Abdülbâki Gölpınarlı’nın dost halkası
genişliyordu. Kendisini ‘Yaz ikindileri’ denilen bir grubun içinde buldu.
Mithat Sertoğlu’nun kaydettiğine göre, İstanbul Beyazıt'ta, Devlet
kütüphanesinin karşısında çınar ağacının altındaki kahveye gelen 'o devir
İstanbul’un edip ve lebibleri' arasında “Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi
Tanpınar, Mükremin Halil Yınanç, Ahmet Kamil Akdik, Rıfkı Melûl Meriç, Ali
Nihat Tarlan ve Sabri Siyavuşgil vardı. Onlar tarih, şiir ve edebiyat
sohbetlerinde bulunurlardı."
"Yahya Kemal Beyatlı’nın, bu arada
yazdığı meşhur bir beyit Gölpınarlı ile aralarındaki yakınlaşmayı tescil
etmekteydi:
Baki Pınarlı, Rıfkı Melûl, bir de
bendeniz
Bizler, ikinci devre
Melâmilerindeniz."
Ancak, daha sonra Gölpınarlı’nın Yahya
Kemal ile araları bozulur, hakkında oldukça kötü şeyler yazar;
"Bütün
bu haşır-neşir dünyasında, yurdumuzda yaşayan bir şair var. Büyük, çok büyük
bir şair! İçkinin Şiiri’ni yaratan içkinin şairi, …Yaşadığı devri görmez,
zamanındaki feryatları duymaz, olayları anlamaz bu şair. Devrini yaşayan,
devrinde başına toplananların sayesinde şöhret yapan bu şairden, devrine ait
kalanların hepsi, hepsi bu kadar işte! Dünyaya bigânedir, yurda bigâne!"
Gölpınarlı’ya şöhret kazandıran
"Melamilik ve Melamiler" isimli eseri çeşitli çevrelerde kimi
eleştirilere uğrar. Gölpınarlı’nın kendisi de bu eserine zamanla çeşitli
eleştirilerde bulunur ve sonradan bu eserinde eklemeler ve çıkarmalar yapar. Bu
eserine yaklaşımında olduğu gibi görüşlerinde sık sık değişikliklerin olması
yaşamı boyunca sürer. "Gölpınarlı Hoca, bir ‘maneviyat yolcusu’ olarak da
yaşamının uzunca bir bölümünde zikzaklar yapmaktan kurtulamamıştı. Mevlevilik
gibi, Bektaşilik gibi apayrı tarikatların dervişi olmuş, sonraları Melamiliğe
ilgi duymuştu. Dört beş ay önce, ömrünün 82.yılında, şimdiki huzuruna ancak bu
çelişkileri yaşamak suretiyle erdiğini söylemiş ve hamdetmişti."
"Gölpınarlı’nın kafa karmaşası, hem
tezini yazarken, hem de tezinin kitaplaşmasından sonra da sürdü. Fuad Köprülü
ekolüne bağlılığı, bu hocasından aldığı ultra ampirizme dayalı yöntem ve
Rankevâri tarih anlayışının subjektif alan taşınması ile belge esaslı
amprisizm, şifahi kültür karşısında mevcut ikilemin bir ayağı olmuştu."
Gölpınarlı, "Türk tarihinin çoğu
sahasında olduğu gibi, Köprülü’nün Anadolu’nun din tarihi alanındaki
katkılarının büyüklüğü, değeri, yol göstericiliği kesinlikle her izahtan
vârestedir." diye övgüler yağdırdığı hocasıyla da zamanla yolunu ayırır.
Bunu yaparken de Köprülü’ye ciddi bir suçlama yöneltir. "Beni,
Nihal(Atsız)ı, Abdülkadir(İnan)ı, Kıvamettin(Burslan)ı, etrafındaki herkesi,
tek bir kadro için senelerce oyaladı hepimizi. Malzemeyi biz toplardık, o
uslûba sokar, imzasını atıp yayınlardı. Kullanıldığımızı anlayınca ayrıldık, o
da gitti politikaya girdi.”
Hocası Köprülü’yle arasındaki kırgınlık
ömür boyu sürer. Köprülü onu defterinden tamamen sildiği halde, Gölpınarlı
yazılarında ondan alıntılar yapmakta, ona atıfta bulunmakta beis görmez.
Gölpınarlı’nın iç dünyasındaki
havarilik, düşünce havariliğinden farklı değildir. Mevleviliğe olan intisabından
bir süre sonra Çorum, Alaca’daki Bektaşi dergahına bağlanır. Ancak burada da
aradığını bulamaz. "Ben onlarda aradığımı bulamadım ve bir sabah
kalktığımda; 'Al külahını, Eyvallahı içinde' sözünü yazdım, külahımı üstüne
kapayıp tekkeden ayrıldım, ayrılış o ayrılış."
Gölpınarlı kırklı yaşlarında geniş
düşünceleriyle tanınan bir tasavvuf uzmanı olarak farklı kesimlerin ilgi
duyduğu kadar eleştirdiği bir isim de olur. Söyledikleri, yazdıkları siyasi
çevrelerce yakın takibe alınır. "1940’ların ortasında, Abdülbaki
Gölpınarlı komünizm şaibesiyle tutuklanır… takriben on ay mevkuf kaldı."
Gölpınarlı’nın mahkemedeki savunması
mahkeme heyetinin dikkatini çekecek türden farklı bir savunmaydı.
"Gölpınarlı hoca, 'Mevlana'yı
beğenen, müslüman sosyalist bir düşüncede olduğunu' söyledi. Kuran'dan Arapça
örnekler göstererek o kadar güzel bir konuşma yapıyordu ki mahkeme heyeti,
hatta konuşmalara karşı hiç ilgi göstermeyen başkan paşa bile onu hayran hayran
dinliyordu."
(Sakıncalı Doktor, Müeyyet Boratav, 20.
Yüzyıldan Anılar, s.24)
İçeri alındığında yapmakta olduğu Mesnevi çevirisinin yarım kalmış olması ona bu görevi veren Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i fazlasıyla tedirgin eder. Bu duygu içerisinde Yücel, Gölpınarlı’ya hapiste arka çıkar. "Hasan Ali Yücel’in bu sahiplenişi, birkaç yıl sonra bu defa Öner-Yücel davasında, Kenan Öner tarafından, şahitlerin ifadelerinin ışığında ‘solculara verilen bol paralar faslı’nda dile getirilmişti."
Gölpınarlı yaşadığı bu sıkıntılı
dönemden sonra yakınlık duyduğu sol düşünceden de uzaklaşır, arkadaşlarının
birçoğundan kopar. Üniversiteden de istifa ederek Üsküdar İhsaniye’deki evinde
özellikle Mevlana ve Mevlevilik odaklı çalışmalarına ağırlık verir. Evinde çok
dar bir çevreyle, sohbetlerle yetinir. Yaşamı boyunca bu sadeliğin dışına
çıkmaz. "Şu kadar ki, oğluna vasiyeti gereği ölümü bile, sayıca az kişi dışında
kimseye duyurulmamıştı."
Ahmet Güner Sayar’ın Abdülbaki
Gölpınarlı’yı daha yakından tanımaya vesile olan kitabı, bu konuda bilgi
edinmek, araştırma yapmak isteyenler için küçük çaplı ancak derli toplu
bilgilerle donanmış, sohbet tadında bir eser. Kitabı okuduğunuzda, oldukça
farklı, dolu, derinlikli ve inançlı bir kişilikle karşılaşıyorsunuz.
"Tasavvuf ikliminde serüven limanlarını, önce ailesiyle, sonra şahsi girişimiyle,
daha sonra bilgi ve mürşit arayışıyla dolaşan Abdülbâki Gölpınarlı, imanı
müsellem bir insandı."
Semiha Kavak
Ayna İnsan Sayı: 18
MOCCA Dergisi -Berlin-
MOCCA Dergisi -Berlin-
daha önce bilgim yoktu teşekkürler
YanıtlaSilTeşekkürler
SilGüzel bir çalışma , tebrik ederim ...
YanıtlaSilTeşekkür ederim...
YanıtlaSil