27 Ekim 2019 Pazar

Bize kalan...


En iyi hayat dersi kişiler değil mi zaten?
Bize kalan dekorlar biraz canımızı sıksa da aldığımız dersleri unutmamamızı sağlıyor. Unutunca yeni dekorlar bırakanlar oluyor... Dekorlar bitmez. İnsan ilk önce kendini kandırıyor ve kendisini inandırıyor, sonra başlıyor ortama en uygun dekorları üretmeye... İnsan kendisine gelemediği sürece hep tutunmak zorunda. Kanarak ve kandırarak yoluna devam edecek...
S.Kavak

21 Ekim 2019 Pazartesi

19 Ekim 2019 Cumartesi

Rahmetle...


Nuri Pakdil, İslami edebiyata yeniden devrimci ruh aşılayan, geleneğin derinliklerinden süzülmüş bir düşünceyi çağın ötesine taşımayı hedefleyen tevhidi bir soluktu.
Onun filizlendirdiği düşünce atmosferi sadece bir dönemi değil, geleceği de kuşatacaktır.

Kudüs’ü merkeze alan düşüncelerin her daim canlı olacağını düşünürsek, her Kudüs anıldığında onu hatırlayacağız. Ve her devrimci heyecanda onun sözleriyle iç dünyamızı yoğuracağız.

Semiha Kavak

9 Ekim 2019 Çarşamba

kötü kapanmış yara


                   "bir yara izinin asla çirkin
                    olmadığı konusunda
                    bana katılmanızı istiyorum.
                    Yara izi 'Ben kurtuldum'
                    demektir.

                                       Chris Claeva


en uzun mevsimdir hatıralar
gözden kayboldu o şehir
adımlardaki kırlangıç kararsızlığı
artık bağışlanabilir

denize inen sokakların sabah sakinliği
narların güz yorgunluğu
fındığın ekmeğin tütünün
soluğa karışmamış kokusu
bağışlanabilir

oysa terk etmek güzelleştirir herkesi
hafifler isimlerin ağır yükü
kısa bir sendeleyiş iç çekiş
ara sıra sancıyan
temiz bir yara
bağışlanabilir

hayat hatırlamaktır
kötü kapanmış
temiz bir yarayı

Orhan Tepebaş
Eski Liman 
Sayfa 62



7 Ekim 2019 Pazartesi

AYIN SÖYLEŞİSİ


DERVİŞ ZAİM'LE SİNEMA VE EDEBİYAT

Semiha Kavak: Ülkelerin toplumsal yapısının sinemaların gelişimiyle ilgisi var mı? Bu yönden baktığımızda Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir evvelki çağa ait sinema filmlerini seyrettiğimizde, her film, birçok açıdan masumane bir şekilde kendi döneminin taşıyıcılığını yapmaktadır. Sinemanın bu taşıyıcı yanını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Derviş Zaim: Bir bağ kurulabilir ama kurulabilecek bu bağ mekanik ve düz bir ilişki öngörmemeli. Yani gelişmiş ülke eşittir gelişmiş sinema denklemi her zaman doğru olmayabilir. İkinci soruya gelecek olursam, sinemanın dönemi yansıtma vaadinin daha nüanslı saptamalar barındırabilme ihtimalini de bu lafı söylerken hesaba katmalıyız. Mesela ülke sineması ülkenin yaşadığı dönemi yansıtmanın yanısıra o ülkeye yeni yeni gelmekte olan dönemi de sezdiriyor olabilir.

Semiha Kavak: Bazı ülkelerde sinema sanatı oldukça etkin. Bu ülkeler arasında maddi yönden zayıf olan bazı ülkeler de var. Bunları öne çıkaran özellikler neler sizce? Sinemayı bir açıdan  anlatı, ileti, yansıtma olarak değerlendirdiğimizde, insanın doğasına uygun senaryolarla, düşük bütçeye  ve her zorluğa rağmen başyapıt bir çalışma çıkarmak mümkün müdür?

Derviş Zaim: Benim yapmaya çalıştığım işlere bakmaya çalıştığımızda birkaç kavramın yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan biri, yanılmıyorsam, güç ilişkileri başlığı altına sokulabilir. Bu kategori ile, sadece sınıf, etnisite ve toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair güç ilişkilerini kastediyorum. Yukarıda saydıklarıma ek olarak hayata dair sezebildiğim beni rahatsız eden bütün muhtemel güç ilişkileri ile mücadeleleri sinema çabam içinde maya olarak bulunabilir.
Bir de otantik temsil meselesini önemsiyorum. Otantik temsil meselesi ile güç ilişkilerini yan yana koyduğumuzda yaptığım işlere dair kabaca da olsa bir girizgah yapılabilir kanısındayım. Kuşkusuz benim girizgah önerimin dışında, yaptığım işlere yönelik başka okuma ve yaklaşım biçimleri de mümkündür. Hatta böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü çok anlamlılığa el veren açık yapıtlar olmaları için gayret ettim.

Semiha Kavak: Sinemasını kendinize nişangah yaptığınız bir yönetmen var mı? Literatürde kabul görmüş değerlerden hareketle: Sizce bir yönetmen, geçmişte kendisine hayranlık duyduğu bir yönetmeni istem dışı takip etme sürecine girebilir mi? Bir yönetmen için böylesi bir süreç var mıdır? İlerideki kavşaklarda bu fark edilmese bile, kişinin kendi özüne dönmesi gibi doğal geçişler mümkün müdür? Veya bu takip fark edildiğinde kendine dönüş gerekli midir, böylesi durumlarda endişeye gerek var mıdır, kişinin kendisi olması açısından, yoksa bir insan birini takip ederek de kendi olabilir mi? Yani takip, size göre özgünlüğü yozlaştırır mı, özgürlüğe zarar verir mi?

Derviş Zaim: Özgünlük, sanatçının referans aldığı yapı ve örüntüleri yeni bir bağlam çerçevesinde yazması sayesinde mümkün hale gelebilir. Birilerinden etkilenmek doğaldır. Etkiyi bilince çıkarmak gerekir. Bundan daha önemlisi ise şudur: Az evvel değindiğim şeyi yapmak, yani eskinin yapısını ve örüntüsünü yeni bir bağlam içinde yazmak gerekir.
Semiha Kavak: Sizce, televizyonların sinemanın gelişimi üzerinde olumsuz ve olumlu etkileri neler? Örneğin bu uzun metrajlı TV dizilerine nasıl bakıyorsunuz?

Derviş Zaim: Bir mecrayı kategorik olarak baştan reddetmemek lazım. Önemli olan mecranın içini ne ile doldurduğunuzdur. Shakespeare Thames kıyısında kurduğu tiyatrosunda bugünün dizi izleyicisine denk düşen sıradan insanlara oyunlarını sergiliyordu.  Muhtemelen bugün yaşamış olsa dizi yapabilme ihtimali de vardı. İlgili mecranın içine hangi içeriği boşalttığınız, hangi  bağlamda iş yaptığınız, faaliyet gösterdiğiniz konuları önemlidir. Bunlar bütünlüklü olarak ele alınmalıdır bir değerlendirme yapılırken.

Semiha Kavak: Filmlerinizin senaryoları size ait ve o nedenle aynı elden çıktığını sezinleyebiliyorsunuz. Filmleriniz  aynı yönetmenin elinden çıktığını hissettirse de, birbirinden farklı alanlara açılmak isteyen adeta bir deneme gibi durmakta. Sizi en iyi yansıtan ve “Yapmak istediğim film tam böyleydi.” diyebileceğiniz filminiz var mı?

Derviş Zaim: Filmlerimi büyük bir yolculuğun durakları olarak görüyorum. Onları okurun kafasında yaşayan belli duraklarımın ürünleri olarak algılıyorum. Belirli taraflarını ’Şimdi yapsam, daha farklı yapabilirdim’ duygusu her zaman yaşanabilecek bir duygudur. Nitekim imkan olsa çoğu insan bir filmi sonsuza kadar çekebilir ve montajlayabilir. Ama bu imkansızdır. Çünkü kaynaklar kısıtlıdır ve hayat değişir, dahası siz değişirsiniz.  Ama bu fantastik üretimi yapabilme için makine ayarlarını o  mantığa göre kurmak lazım. Bu da imkansız değilse bile zor bir iş olacaktır. On yıl önceki hayata bakışınız on yıl önce ürettiğiniz o filme ilişkin tavrınızı belirler. Dolayısıyla ’Ah keşke şöyle yapsaydım!’ tavrını, eski filmlerim gündeme geldiğinde pek fazla düşünmemeye, hayatıma uygulamamaya gayret ederim. Onlar benim belli dönemlerimi temsil ediyorlar. Üstelik filmlerimde bana azap çektirecek derecede pişmanlık içinde olduğum hatalarım da pek yok. Mesela,  şiddeti kutsayacak, onu fetişleştirecek bir iş yapmadım; mesela özcü işler yapmadım. Yine de filmler sabit değillerdir, seyircinin kafasında değişip dönmeye devam ederler. Farklı yorumlara açık olmaları, değişik yorumların hep devam edecek olması da işin cabası.

Semiha Kavak: Ödül almış bir yönetmen olarak dünyanın dört bir yanında festival veya başka isimler adı altında verilen ödüllerin gerçekten sanatsal değerleri yansıttığına inanıyor musunuz?

Derviş Zaim: Festival ödüllerinin bağlamdan bağımsız saf, temiz mekanizmalar olarak görülmemesi gerekir. Bazı ödüllendirmelerde böyle temiz anlar yaşanmıştır, yaşanabilir ama olup bitene tenzilatlı bakmak lazım.

Semiha Kavak: Gişe rekorları ile kalite ve gerçeklik arasında sizce nasıl bir bağ var? İtalyan yönetmen Carlo Ponti’nin “Gişe rekoru yapan bir film varsa, anlayın ki  o film kaliteli değildir” diye bir sözü var. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? “Sanatsal değeri olan iyi filmler, gişe desteği bulamaz” değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Derviş Zaim: Bu çok indirgemeci  bir yaklaşım.  Dolayısıyla yaşanan şeyi açıklamakta her zaman için çok yeterli olmayabilir.

Semiha Kavak: Rüyet adlı ikinci romanınız Yapı Kredi Yayınları tarafından Nisan ayında basıldı. Daha önce de Ares Harikalar Diyarında adlı romanınızla 1992 yılı Yunus Nadi Roman Ödülünü almıştınız. Rüyet’te okuru ne bekliyor?

Derviş Zaim: 1992 yılında Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanan “Ares Harikalar Diyarında” adlı romanımdan sonra kaleme aldığım ikinci eser olan “Rüyet”, geçmiş ile gelecek, kendisi olmak ile bir başkası olmak arasında salınan insan ruhunun anlam bulma ve kendiliğini oluşturma çabasını ele alıyor. Hikaye, Sine adlı bir mimarın gözünden anlatılıyor ve günümüz İstanbul’unda geçiyor. Sine, amcalarının yönettiği bir mimarlık mühendislik şirketinde çalışmaktadır. Ancak şirketin borçları, mimarlık ve inşaat faaliyetlerinin günümüzdeki işleyiş biçimi onu gittikçe daha fazla rahatsız eder. Hayatının labirentinden bir çıkış yolu ararken eline  hiç yayımlanmamış, yarım kalmış bir Birinci Dünya Savaşı hatıratı geçer. Hatıratta yazılanlarla kendi hayatı arasındaki küçük paralellikler dikkat çekicidir. Sine, bu metinle olan etkileşiminde ruhunu huzura erdirecek bir ipucu bulabileceğini düşünmeye başlar. Daha fazlasını hikayenin tadını kaçırmamak için söylemek istemiyorum. Ama okura sürükleyici ve ilginç bir çizgi vaadettiğini ekleyebilirim.

Rüyet’i kaleme alırken etkilendiğim kaynaklardan biri Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisi oldu. Divan edebiyatının son büyük eseri olarak adlandırılan bu mesneviyi ele alarak, onu roman sanatının olanakları ile yeniden yazmaya ve inşa etmeye çalıştım. Eğer tecrübelerim beni yanıltmıyorsa, roman sanatı içinde Batılı geleneklere olduğu kadar Doğulu kaynaklara da yaslanmanın sahih ve hakiki bir yapıt üretmek bakımından sağlıklı olabileceğini düşünüyorum. Rüyet sadece büyük şair Şeyh Galib’in divan edebiyatının son büyük eseri olarak kabul edilen mesnevisine selam göndermekle yetinmiyor, onun yanısıra Spinoza’ya, Batılı roman biçimlerine, yirminci yüzyılın Batı kökenli çağdaş sanat düşüncesine de yer veriyor. Çünkü bütün bu yelpaze insanlık hazinesinin ve üzerinde durduğumuz topraklarda yaşayanların ortak mirası konumunda bulunuyor.

Belirtmek istediğim ikinci konu, Türk roman geleneği içinde tartışılan damarlardan biri olan Doğu Batı gerginliğine odaklanacak. Bu ikilemi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın trajedi olarak konumlandırdığı, Oğuz Atay’ın ise ironi sanatını kullanarak aşmaya çalıştığı kabaca söylenebilir. Rüyet, sözünü ettiğimiz Doğu Batı gerilimini ayrı bir yaklaşımla ele almaya gayret ediyor.
Altını çizmek istediğim üçüncü nokta kitabın açık bir yapı oluşturma gayretine ilişkin olacak. Rüyet, tarihsel, kültürel kaynaklara, edebiyata, mimariye, çağdaş sanata, mitlere ve sinemaya açık bir yapı olarak inşa edilmiştir. Daha ayrıntılı ifade edecek olursam, Rüyet romanı az evvel saydığım sanatlar, düşünceler, mimari ve estetik birimler ile karşılıklı bir alışveriş içindedir. Kendi dışında bir sürü alan ile zamansal, mekânsal, eş zamanlı ve art zamanlı bir metinlerarasılık ilişkisi yaratmanın peşine düşmüştür, her türlü alışverişe açık olacak şekilde kurulmuştur. Metnin bu tavrını, halihazırda var olan edebi, sinemasal, kültürel ve tarihsel bir sürü gerginliğin aşılması için bir imkân olarak değerlendiriyorum. Bir de bütün bu zenginliğinin yanısıra sürükleyici, neredeyse polisiye tadına yaklaşan bir stile sahip olmasını, okuma zevkini bağışlamasını yazma sürecine katmaya gayret ettiğimi eklemek istiyorum. 

HECE - EKİM 2019


Adımlar


Şair, bir çiçekten bütün çiçeklerin kokusunu aldığı gibi, tomurcuğunda da ölümünü seyreder.


Semiha Kavak



1 Ekim 2019 Salı

AYIN SÖYLEŞİSİ


HECE Ekim 2019 Sayısı'nda "Ayın Söyleşisi" Köşesi'nde Derviş Zaim'le yaptığımız söyleşi yer alıyor.

İyi okumalar

Semiha Kavak