28 Şubat 2021 Pazar

YENİ ŞAFAK PAZAR - SÖYLEŞİ

 


Kur’an tarihsel olanın belirlediği değil tarihsel olana şekil veren gerçek bir aktörle, insanla ve insanı yönlendiren tarihî değerlerle buluşturur bizi.

“Kur’an tarihsel koşulları aşacak insanın önüne bir gelişim diyalektiği koyuyor:

Geçmişe karşı gelecek (ûlâ-ahiret); kaosa karşı yasa (fitne-din); hukuksuzluğa karşı güven (hamiyye-sekîne) gibi.”

Kitaplık çapında verdiği eserlerle yakından tanıdığımız Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Ana Bilimdalı Başkanı Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, tarihsellik, mâtürîdîlik, dinlerin sistemler üzerindeki etkisi ve İslam toplumlarının değişmeyen sorunlarına yönelik sorularımızı cevapladı.

 

Semiha Kavak: İlk sorumu son günlerin en çok tartışılan dini konularından biri olan tarihsellikle ilgili sormak istiyorum. Siz İslâmi okumaların tarihselci yaklaşım üzerinden yapılmasına eleştiri getiriyor ve ayetlerin tarihsel değil tarihi olduğunu söylüyorsunuz. Aradaki fark nedir ve sizce tarihselcilerin yanılgıları, yanlışları nerede? 

Şaban Ali Düzgün: Tarihselcilik, insanın, toplumun ve dinin tarihinde tarihsel koşullara aşırı rol biçen ve neredeyse her şeyi tarihsel olana indirgeyerek yorumlayan bir tutum. Alman yorum geleneği bu aşırı indirgemeciliği eleştirmek için tarihsele (historismus) pejoratif bir ek getirerek tarihselci (historisismus) kelimesini türetmiştir. Tarihselcilik Kur’an’ın evrensel değerleri de içerdiğini kabul etse de indiği dönemin Arap kültürünün Kur’an üzerinde bir belirleyiciliği bulunduğunu, dinin bu kültür içinde doğmuş, yaşanmış, yorumlanıp biçimlendirilmiş olduğunu söyler.

Kur’an insanın aklına ve vicdanına yabancılaşan yasasız (ümmi) bu yerleşik yapıyı, karanlığın hegemonyası (Maide, 49);  hukuksuzluk düzeni (Fetih, 26); kötülüğün kaynağı (Müddessir, 5) olarak tanımlar ve oradan radikal bir kopuş talep eder. Dolayısıyla reddedilen ve kaldırılması için mücadele verilmesi istenen tarihsel-toplumsal koşulların Kur’an vahyinin karakterini belirlediğini ve her şeyin orada şekillenip bitirildiğini nasıl söyleriz? Daha da önemlisi, vahyin tarihe müdahalesine akıl, mantık, ahlak eşlik etmiyor mu? Ahlaki kaygı gözetmeden, sırf olan bitenin fotoğrafını çekmek için mi iniyor Kur’an vahyi? Tam tersi. O fotoğrafın gösterdiği sefaleti geride bırakmak için. Bunun için de Kur’an tarihsel koşulları aşacak insanın önüne bir gelişim diyalektiği koyuyor: Geçmişe karşı gelecek (ûlâ-ahiret); kaosa karşı yasa (fitne-din); hukuksuzluğa karşı güven (hamiyye-sekîne) gibi. Kadının kaderini erkeğin iki dudağı arasına yerleştiren ataerkil kültürü bir kadının (Havle’nin) nasıl yerle bir ettiğini gösteren Mücadele Suresi bu hukuksuz düzeni değiştirme iradesinin tipik örneğidir. Tek başına bu olay bile, Kur’an vahyinin hazır bulduğu olguları/durumları ‘hak’ ‘hakikat’ ‘hakkaniyet’ değerlemesine göre yeniden hizaladığını gösterir. Peygamberler de bu kriterlere göre insanlar arasında hükmetmekle sorumludurlar (Bakara, 213). Böylece Kur’an tarihsel olanın belirlediği değil tarihsel olana şekil veren gerçek bir aktörle, insanla ve insanı yönlendiren tarihî değerlerle buluşturur bizi.

 


Semiha Kavak: İslamın doğuşundan günümüze toplum yapıları, ekonomik, kültürel ilişkiler vs. çok şeyde değişim yaşandı. Dinlerin sistemler üzerindeki etkisi azaldı ve bireyler süreç içinde ateizm veya deizme ilgi duyar hale geldiler. Bu tablo içerisinde İslam bu insanlara, bu toplumlara ne sunabilir? 

Şaban Ali Düzgün: Aslında İslam, siyasal, ekonomik, vs. bir sistemle değil bireyle ilgilenir. Sistemlere de bireyler üzerinden etki eder. İşin kötü yanı dinlerin sistemler özellikle de siyasal sistemler üzerindeki etkisi azalmadı, aksine arttı. Teo-strateji adıyla sayısız çalışma var bugün. Dinin insanları avutarak içine çeken makro bir sistem olarak pazarlandığı bu yapılar içinde bireyin hakkı-hukuku, özgürlüğü, onuru ikinci plana itilebilmektedir. A. Süruş’un ‘hakikat İslam’ı’ ile ‘kimlik İslam’ı’ arasındaki ayrımı bu riske dikkat çekmektedir. Hakikati değil de kimliği öncelediğimizde, başkaları kendi hakikatlerini inşa ederler. Adı bugün ateizm, deizm olur yarın başka bir şey.

 

Semiha Kavak: Modern dünya laisizmi benimsemiş durumda. Ancak İslam toplumları İslam’ın  hakimiyeti söz konusu olduğunda bundan hilafeti anlıyorlar. İslam, bir din devleti modelini öngörüyor mu? Eğer öngörmüyorsa, bunu böyle anlayan İslam dünyasının düşüncesinin değişebilmesi mümkün mü?

Şaban Ali Düzgün: Hz. Peygamber’in vefatıyla İslam toplumunun kim tarafından ve nasıl yönetileceği konusunda bir tartışmanın yaşanması; yönetime gelen dört halifenin de göreve geliş tarzının birbirinden farklılığı, devletle ve yönetimle ilgili hususların dinî bir nitelik taşımadığını, siyasal alanın şartlara göre düzenlenmesinin Müslüman bireylere bırakıldığını gösterir. Ulemanın Hz. Peygamberin elçiliği (tebliğ), devlet başkanlığı (imâmet), yargılaması (kadâ) ve fetva vermesi (iftâ) arasında ayrım yapması bundandır. Tebliğini ve fetvalarını peygamberlik görevinin parçası saymış, devlet başkanlığını ve yargılamalarını ise bütün zamanları bağlayan uygulamalar olarak görmemişlerdir.

Laikliğin Batı’da bir kriz çözümü olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir. ‘Son kralı son papazın bağırsaklarıyla asın’ diyen Fransız devrimcilerini kilise karşıtı yapan kavgalardı bunlar. İç savaşların bezdirdiği Batı, dini tasfiye etmekle kontrol etmek arasında gitti geldi ve nihayetinde Fransız tipi laiklik denilen ve dinin kontrolüne dayanan bir laikliği benimsedi.

 

Semiha Kavak: İslam ülkelerinin birçoğu üretemiyor, paylaşımda adil değil, eğitime gereğince önem vermiyor? Bu durumdan kurtulmak için neler yapılmalı, zihniyet değişimimiz nasıl gerçekleşebilir?

Şaban Ali Düzgün: Türkiye hariç İslam ülkelerinin tamamı sömürge-sonrası toplumlar olmanın travmalarını üzerlerinden atamadılar. Irksal olarak kabilelere, dinsel olarak mezheplere bölünmüş olmaları onları demokratik kültür, çoğulculuk, tolerans, liyakat gibi çağdaş yaşamı kuran bütün değerlere yabancılaştırmaktadır. Kurtulmak istedikleri olumsuz şartların devamını sağlayan bu olumsuzlukları zihinlerinden ve yüreklerinden atmadan bir değişim zor görünmektedir. Zira ilahi yasa öyle buyurur: “İnsanlar içlerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” (Rad’, 11).

 

Semiha Kavak: Dinler, bir yandan varlık mücadelesi verirken, diğer yandan da dinler arasında mücadeleler devam ediyor. Bunun yanı sıra İslâm’da da mezhep ayrılıkları birbirini boğazlama noktasına gelmiş durumda. Ayrıca şiddeti, ölmeyi, birbirlerini öldürmeyi kutsallaştıran gruplar türedi. İslam=şiddet algısı Batı toplumunun yanı sıra Müslüman toplumları da etkiliyor. Bu noktada neler yapılabilir?

Şaban Ali Düzgün: Etnik yahut dinsel temelde parçalanan insanların kişiliklerine bindirilen her kimlik ölümcül bir kimliktir. Herkesi kendimize benzetmeye çalıştığımız, benzemeyenleri ötekileştirdiğimiz bir temsil/vekâlet toplumuna dönüştük. İnsanları İslam dairesine katmaya çalışan Allah elçisinin aksine insanları nasıl bu dairenin dışına çıkarırım diye çırpınanların yarattığı bir travmadır bu. İslam coğrafyası, dinin değer yüklediği ‘farklılık’ gibi bir yaşam gerçeğini, ‘ayrılık’ ve ‘çatışma’ motifine dönüştürmüş olmanın buhranını yaşamaktadır. Irka, dine, cinse vs. dayalı ayrımcılıklar hâkim İslam dünyasına. Kur’an, insanların ortak atasına, ortak mayasına, ortak İlah’ına, ortak kaygılarına, ortak insanlık amaçlarına dikkat çekerek bu ayrımcılıkların önünü kesmeyi istemektedir. 

 


Semiha Kavak: Sizin Mâtürîdîliğe büyük vurgunuz var. Mâtürîdîlik İslam coğrafyasında sadece sınırlı bir alanda etkili olabildi. Bu saatten sonra geniş İslam coğrafyasını bu düşünceyle  donatabilmek mümkün mü?

Şaban Ali Düzgün: İmam Mâtürîdî’nin özgür iradeyi, içtihadı/aklı/re’yi savunması; bunlarla, dinin akla, mantığa ve tecrübeye kapalı dogmatik bir yapıya dönüştürülmesini engelleme çabası; alemde hikmeti/ yasalılığı kabulü; delile dayalı inancı savunması; ahlaki yargıların, doğruluk değerine de dikkatimizi çekmesi; insan fıtratının ayartılma riskine karşı aklın doğrularını önermesi; te’vil yöntemiyle çoğulcu metin yorumunun önünü açması; içtihadî ve örfi nesh kavramlarıyla, gerekçesi ortadan kalktığında mevcut hükmün yerine yenisini üretmede insana inisiyatif vermesi onu yaratıcı bir düşünür olarak öne çıkarmaktadır. Bugünümüzü kurarken geçmişin güçlü damarlarından yararlanmak hak, varsa bir yanlış işaret etmek vazifedir. Bu, bilimselliğin gereğidir.

 

Semiha Kavak: Türkiye, birçoklarınca İslam dünyasında farklılığıyla, birikimiyle umut olarak görülen bir ülke. Oysa, bizde de sarih bir düşünce etrafında birlik yok. İslam hangi yaklaşımla ülkemizde ortak bir düşünce zemini oluşturabilir?

Şaban Ali Düzgün: İnsan alışkanlıklar/gelenekler varlığıdır. Hep bildiklerini yineleyerek hayatta var olmanın imkânını ve güvenini keşfettikten sonra, bunu hayatının normaline dönüştürür.  İnsanın yeni olana direnmesinin ardında bu vardır. Ama biliriz ki bir oku atabilmeniz için yayı tersine çekip germeniz gerekir. Yeni, başka ve daha fazla bir şey istiyorsak, dozunda bir gerilime imkân vermemiz gerekir. Yeter ki bu gerilim katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü, adil, merhametli, haktan ve hukuktan yana, yok etmeye değil yaşatmaya ayarlı koruyucu değerler kelimetü’t-takva (Fetih, 26) altında iş görsün.


YENİ ŞAFAK PAZAR

Semiha Kavak

 



 

 

 


27 Şubat 2021 Cumartesi

28 ŞUBAT - SÖYLEŞİ

 



Pamukkale Üniversitesi Dr. Öğr. Görevlisi NEZAHAT BELEN İLE SÖYLEŞİ

 

SEMİHA KAVAK

 

Semiha Kavak: 28 Şubat uygulamaları en çok başörtüsünü, dini müesseseleri hedef aldı. İmam Hatiplerin orta kısmı kapatıldı. Başörtülüler okullara sokulmadı, ikna odaları kuruldu, başörtülü, sakallı aileler askeri kışlalara  ve bazı yerlere alınmadı. Siz de bizatihi bu durumları yaşayan biriydiniz. Neler yaşandı o dönemde okullarda? 

Nezahat Belen: Öncelikle teşekkür ederim halen daha mağduriyetleri giderilememiş arkadaşlarımın, öğrencilerin ve insanlar adına. Mağduriyet yaşamış birisine mağduriyetini anlat demek tekrar o günleri o anları yaşa demek gibi. Üzerinden neredeyse çeyrek asır geçmiş olsa da bu soruyu sorunca içimde kabuk bağlayan yaranın sızladığını hissediyorum.

28 Şubat 1997 Postmodern darbenin gerçekleşmesini sağlayan MGK kararlarının önemli bir bölümü “irtica” dolayısıyla “kılık-kıyafet”e ilişkin hususlardı. Darbecilerin müdahalede öncelikli hedefleri, eğitim ve çalışma alanı olarak belirlenmişti. Bunun sonucu olarak, öncelikle, “üniversiteler” uygulama alanı olarak seçilmiş, aynı zamanda orta öğrenimde İmam Hatip okulları da uygulamanın bir parçası olarak belirlenmişti. Bunların yanında ister kamu kurumları ister özel şirketler olsun çalışma alanları da uygulamanın hedefi olmuştu.

“Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Okullarda Okuyan Öğrencilerin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik” hükümleri ile 1982 yılında kısmen başlatılan, 1987 yılı Ocak ayında da “katı bir yasak” olarak uygulanmak istenen, ancak daha sonraki süreçte yasal olarak ve fiilen ortadan kaldırılan “kılık kıyafet yasağı” üniversite hayatında hemen hemen hiç olmamıştı. 1997 yılına kadar üniversitelerde “kılık kıyafet yasağı”nı uygulama imkânı bulamayan yasakçı güçler, 1997 sonlarında İstanbul Üniversitesi’ne rektör seçilen  Kemal Alemdaroğlu’nu yasakların baş aktörü İstanbul Üniversitesi’ni uygulama merkezi seçmişlerdi. Kemal Alemdaroğlu’nu “...bayan öğrencilerin başları bağlı olarak (başörtülü olarak) erkek öğrencilerin sakallı olarak ders, staj ve uygulamalara alınmamaları…” istediği genelgesi dalga dalga tüm üniversitelerde uygulanmaya başlanmıştı. Üniversitelerin kapısı, o güne kadar görülmemiş bir şekilde başörtülü öğrencilere kapatılmaya başlanmıştı. Genelgenin uygulanması için, üniversite kapılarında güvenlik görevlileri istihdam edilmiş, bu kişiler kolluk kuvveti gibi kullanılmış, başörtülü öğrencilere karşı etten bir duvar örmüşlerdi. Bitirmeyi düşledikleri okulun kapısı yüzlerine kapatılan yasadışı yasak nedeniyle zor durumda kalan öğrenciler, anlamsız yasağın ve oluşturulan fiili engelin kaldırılması için çareler aramaya başlamışlardı. Mağdur öğrenciler, hukuk devletinde haksızlığa uğrayan herkesin başvurabileceği bir yola, mahkemelere başvurmaya karar vermişler, hukuksuz uygulamanın ve haksızlığın giderilmesi için İdare Mahkemelerinde davalar açmaya başlamışlar ancak talepleri tek tek reddedilmişti.

Açıkçası kişilerin, kendi iradeleri doğrultusunda hareket edip etmemesi özgürlükler hukukunda esastır. İnsanlar doğrudan doğruya herhangi bir makamın ya da kişinin müdahalesi ya da izni olmadan temel haklarını kullanmakta serbesttirler. Bir hukuk devletinde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, sadece üçüncü kişilerin somut olarak zarar görebilecekleri durumlarda açık bir yasa hükmü ile sağlanabilir. Başörtüsü; dini inancın yaşanması, eğitim ve çalışma hakkı itibariyle temel hak ve özgürlükler kapsamı içerisindedir. Kadınların dini inançları gereği başlarını örtüyor olmaları, inançlarına uygun şekilde eğitimlerine devam etmek ve çalışmak istemeleri kişilerin ya da kuruluşların müdahale edebileceği bir alan değildir. Ancak Türkiye’de bu süreçte çeşitli yasak ve uygulamalarla müdahale de bulunulmuştur. Yürürlükte olan uluslararası sözleşmeler, anayasanın ilgili maddeleri ve kanunlar bu yasakla ihlal edilmiş, temel hak ve hürriyetleri ellerinden alınan mağdurlara karşı suç işlenmiştir.

Üniversitelerde, yaygın bir akademisyen tasfiyesine, sahne olunmuştur. 12 Eylül 1980 sonrası yaşanan tasfiyeye benzer biçimde, hatta ondan daha sistematik ve daha programlı biçimde, özellikle araştırma görevlisi, yardımcı doçent ve doktora öğrencileri üniversitelerinden atıldı, yüksek lisans için gidenler yurtdışından geri çağrıldı ve akademik hayatları sona erdirildi. Hukuk normları geriye yürütülerek birçoğunun kazanılmış hakları yok sayıldı. Bazı üniversitelerin denkliği iptal edildi ve bu iptal hükmü geriye yürütülerek, yıllar önce bu üniversitelerden birinden mezun olup Türkiye’deki bir üniversitede görev yapan öğretim elemanları, bir anda lise mezunu durumuna düşürülerek işlerini kaybetti.

Sekiz yıllık eğitime geçiş de aynı biçimde kazanılmış hakların tanınmaması yoluyla gerçekleştirildi ve böylece meslek okulu öğrencilerinin üniversiteye girmelerini fiilen imkânsız kılacak bir alan zorlaması ve puan sistemiyle “rejim dışı gördüklerinin çocukları”nın en az üç kuşağı tasfiye edilmiş oldu. Bu uygulama, İmam-Hatiplilerle birlikte tüm meslek okullarının öğrencilerini de içine aldığından dolayı, uygulamadan zarar görenlerin sayısı çok daha fazla oldu.

Eşi ile işi arasında tercih yapmaya zorlananlardan bazıları başörtülü eşlerinden, bazıları geçimlerini sağladıkları işlerinden vazgeçmek durumunda kaldılar. “İkna odaları” yükseköğretim literatürüne bu dönemde girdi ve üniversiteli kızlar, inançları ve siyası kimlikleri ile gelecekleri arasında tercih yapmak zorunda bırakıldılar. Bu süreçte, yine sayısı belirsiz kız öğrenciler, kimi zaman son sınıfına veya son sınıfın son dönemine kadar geldikleri üniversitelerini terk etmek zorunda kaldılar. Mağdurelerden okulunu veya işini kaybedip eşleri tarafından geçindirilmeyi bekleyen, eşi tarafından başı açtırılan veya aile düzeni bozulup eşini kaybeden, sağlığı bozulup depresyona giren ve intihara kalkışanlar oldu. Bugün için ihlale uğrayanların sayısı ve ihlallerin niteliği ile ilgili sağlıklı veriler halen mevcut değildir.

                Bu çerçevede ikna odalarında bizi ikna etmeye çalışanların aklımıza ve kendi öz saygımıza hakaret eden; “Kendi isteğinizle mi yoksa kocanızın zoruyla mı kapandınız?” ,“Kocanız çok mu kıskanç?” ,“Saçınızı sarıya boyatmayın, kırmızı ruj sürmeyin” gibi sorularla başını örten bir kişinin beynini de örttüğünü ya da kullanmadığını düşünen sığ, bağnaz ,okumuş cahil grubunun sorularına cevap verme muhatabında olmak gerçekten içler acısıydı. Hakkımızda açılan soruşturma gerekçeleri incelendiğinde, kılık-kıyafet yönetmeliğine uymadıkları gerekçesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 125/A-g maddesinde tanımlı “belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranmak” gereği uyarma cezası verilmesi gerekirken, aynı gerekçeden göreve son verilmeye kadar farklı uygulamalar yapılmıştır. Ben de bu süreçte 2 yılda bir yapılan görev uzatma işlemimin önce 1 yıla sonra 6 aya daha sonra 3 aya indirilerek ve sürekli bir komisyon karşısında ikna edilmeye çalışarak geçirdim. Benim gibi birisinin Türkiye Cumhuriyeti Tarihini ve Atatürk’ü anlatamayacağını, özel hayatımda insanlara yanlış örnek oluşturduğumu ifade eden cümlelerle üzerimde sürekli baskı uygulamaya devam etmişlerdi. Bazen de ortamı yumuşatmak için “Benim dedem de Hacca gitti. Anneannem kapalı” gibi ortak noktalarımızı ortaya koymaya çalışıyorlardı. Ecdatları için söyledikleri sözlerin hiçbirisini maalesef kendileri için sarf etmeden, kendi tahayyüllerindeki  laik modern çağdaş (!) insan profilini bize dayatmaya çalışıyorlardı. Sonunda devlet memurluğundan çıkarılmamak ya da ilişiğimin kesilmemesi gayesiyle kendi isteğimle istifa etmek zorunda bırakıldım. Benim gibi olanların sayısı halen daha tam olarak bilinmemektedir. Bu rakamın, görevine son verilenlerin sayısının çok daha üzerinde bulunduğu bilinen bir gerçektir. Daha sonra öğretmenlik mesleğine dönmek için verdiğim mücadelelerde MEB’in açıktan atama kararı ile Giresun’un bir ilçesine atanan kararnamem tebliğ edilmesinden 1 gün sonra iptal edilerek bozuldu. Bozulma gerekçesini daha sonra İl Milli Eğitim Müdürlüğünde çalışan bir arkadaşımın özlük dosyamda Batı Çalışma Grubu tarafından fişlendiğim için iptal edildiğini yazdığını söylemesi ile öğrendim. Böylece hayatta en sevdiğim mesleğimden (öğretmenlikten) uzaklaştırıldım. Akademik hayatım 10 yıl geride kaldı. Benim zamanımda asistan olan kişiler şu an Profesör oldular, ben kaldığım yerden (hamdolsun ) son 6 yıldır yeniden başladım.

Son söz olarak derler ki bir konu hakkındaki hakimiyetiniz soru soruşunuzdan bellidir. Bizi ikna etmeye çalışanların kendi hayal dünyalarında bilgi dağarcığı o kadar olduğu için böyle sorular soruyorlardı. Oysaki çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmayı bu millete hedef koyan M. Kemal Atatürk bizlere “Ben fikri hür, vicdanı hür nesiller” istiyorum diyerek en büyük mirası bırakmıştır.


Semiha Kavak: 28 Şubat’la birlikte birçok dini özgürlük kısıtlandı. Buradan baktığımızda 28 Şubat Postmodern darbesinin hedefinin dini olduğu söylenebilir mi?

Nezahat Belen: Hedefin sadece dini olduğunu söylemek son cümledir. Esasında Türk siyasi tarihine baktığınızda yaşadığımız darbeler ve darbe girişimlerinin anatomisi incelendiğinde bunların sadece tek nedenli olmadığı harici ve dahili etkenler ile ekonomik ve siyasi etkenlerin de etkili olduğunu görürüz. 1980 darbesinde bir sağ-sol çatışmasından çıktığını ileri sürenler 28 Şubat Postmodern darbenin de Türkiye’nin konjonktürel yapısında bir eksen kayması endişesi ( Refah Partisi ve D-8 İşbirliği)  ile “devlet tarafından tanımlanan bir din anlayışı” dışında gelişen din anlayışının (bu darbeyi yapanlara göre irtica!)  tehlike olarak görülmesi ve kontrol altında tutulması isteğinden çıktığını ileri sürmüşlerdir. Bunun için de paravan olarak irtica/din hedef alınmıştır. 28 Şubat kendisini böyle meşrulaştırmıştır. Ama bu süreç, sadece irticayla ilişkilendirilen İslami kesimlerle dindar kitleler için değil, toplumun tüm kesimleri için bir demokrasi kaybı, baskı ve insan hakları ihlalleri üretmiştir.

   


              

Semiha Kavak: Bu ülkede Askerlerin seçimle gelen iktidarlara müdahalesi sıkça yaşanmış bir olay. Öncelikle şunu sormak istiyorum; Askeri müdahalelerin düşünsel temeli nereye dayanıyor?

Nezahat Belen: Öncelikle bir Türk anası ve Türk milletinin bir ferdi olarak “Peygamber Ocağı” olarak gördüğümüz ordumuza ve onun her bir ferdine saygılarımı, şükranlarımı sunuyorum. Asker-ordu deyince Malazgirt Kapılarını bize açan Alparslan’dan, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’e, Akdeniz’i bir göl haline getiren Barbaros Hayrettin Paşa’dan Çanakkale’de, Galiçya’da, Sarıkamış’ta, Sakarya’da bize bu toprakları vatan eden, vatan kalmasını sağlayan tüm ecdadımdan Allah razı olsun.

                “Ordu-millet elele, Bir lokma bir hırka” anlayışımız maalesef bizlerde orduyu temsil ettiğini düşünenlere karşı koşulsuz itaat etme olgusunu ve yapılanları sorgulamayı ayıplatır bir gelenek oluşturmuş. Bizim yerimize, bize rağmen! bizim için bir şeyler yapma hakkını kendinde görenlere sorunuzun başında söylediğim o sevgi ve saygıyı yanlış değerlendirip, çok uzun süre üzerimizde tahakküm kurdurtulmuştur. Unutmayalım ki bu millet gerçek tehlike anında kadınından çocuğuna, gencinden yaşlısına, 7’sinden 70’e topyekûn mücadele etmeyi bilmiştir.

                Bizler daima kulaklarımızda Bilge Kağan’ın “Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedikçe, Altta yağız yer delinmedikçe, Senin İlini (devletini) ve töreni (adaletini) kim bozabilir! Titre ve kendine dön!” sözüyle devletine bağlı ve devletini temsil eden her şeye saygılı yetişmişizdir. Bu hassasiyetimiz 1913 Bab-ı Ali Baskınından beri halkını küçümseyen, onun manipüle olabileceğini düşünerek onun yerine karar vermeyi kendine hak gören, Hindistan gibi açık bir Kast sistemi olmasa da insanlarımızı kökenine, eğitimine, ailesine, çevresine, cinsiyetine göre derecelendirerek yetersiz, hor gören hastalıklı bakışla, bu müdahaleler yapılabilmiştir.

                Tabii bir de anayasamızın askere tanıdığı hukuki haklar var. Şimdiye kadar “Ordunun devleti” şeklinde olan anayasa en son 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle çıkarılan TSK görev ve yetkileri kanunu ile “ Devletin Ordusu “ olmuştur. Ne demek istiyorum. “Hakimiyet bila kaydu şart Milletindir” sözünü Milli Mücadelenin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin şiarı yapan Atatürk, hayatı boyunca halkın iradesine önem vermiş. Kendisinin seçime girip seçilerek cumhurbaşkanı olmasına gerek olmazken bile tüm siyasi hayatında millet iradesine verdiği önemin göstergesi olarak daima seçimle iş başına geçmiştir. Fakat halkın iradesine ipotek koyan, halkı cahil cühela gören darbeci zihniyetler iyi-kötü, başarılı-başarısız, yeterli-yetersiz diye gözetmeden şimdiye kadar halkın oylarıyla seçilenleri yönetimden indirmeyi kendilerinde hak görmüşlerdir. Bunun kökeni ise aslında insanlığın varlığından beri süregelen güç ile iktidar arasındaki mücadelededir. Gücü elinde tutanların iktidar olma isteği, iktidar da olanların güce sahip olma isteği…

Demokrasinin işlevsel olduğu yerlerde, sorunların demokrasinin kurum ve kurallarınca çözülmesi umulur. Darbelerin olmasında tek ayaklı bir sebep yoktur. Burada darbeyi yapanlar kadar darbeye sebep olanlar da bir o kadar sorumludur. Ülkenin sosyo-kültürel altyapısını bilen, dengeleri sağlayacak ve ileri görüşlü liderlere sahip olunamaması demokrasinin kurumsallaşmasını engellemektedir. Bu durum Türkiye’nin demokratikleşememesinin önünde en önemli nedenlerinden birisidir. Bunun yanında bazı kesimler için olağanüstü özellikleri haiz olan TSK, hala sorunları en iyi çözebilecek kurum durumundadır. Ne zaman ülkede bir kriz çıksa, bir kesim sivilin, maalesef darbe beklentisi içerisine girdiği (hâlâ!) görülmektedir. Neticede Türkiye’de toplumun bir kesimi askeri sorun çözücü olarak görmesi dolayısıyla, asker de kendini bu pozisyonda görmeye başlamakta ve çok rahat bir şekilde darbeye kalkışmaktadır.

Askerlik veya bir kurum olarak ordu; modern devlet modellerinde, devletin ihtisas sahibi ve görev sahası sınırlandırılmış bir kurumudur. Ordunun siyasal yapıda iki işlevi vardır: birincisi devletin egemenlik hakkının fiziki teminatı, ikincisi ise devletin siyasal karakterinin, devletin yapısının fiziki garantörlüğünü temin etmektedir. Dikkat edilirse birincisi dışarıya karşı, yani uluslararası ilişkiler seviyesinde egemenlik sahasını belirtirken, ikinci nokta milletle devlet arasındaki ilişkilerde mevcut olan meşruiyet anlayışıyla devlete karşı “halktan gelen”, devletin şeklini değiştirmeye yönelik hareketlere karşı bir fiziki güç kullanma hakkını ihtiva etmektedir.

                I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, monarşilerin yıkılarak ulus devletlerin kurulduğu bir düzenin başlama sürecidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerinin atılmaya başladığı bu dönemde, güç ve iktidar mücadelesi vatanı işgal edenler sebebiyle “istiklal ve istikbal” mücadelesine dönüşmüştür. Bu süreçte bizzat (fiilen) işgal altında olan halkın düşmana karşı fiili mücadele eden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini desteklemesi, halkın seçimiyle açılan Büyük Millet Meclisi ile hükümet arasında bir resmiyet mücadelesi başlatmıştır. Bir taraftan vatanın savunması, var olma, yaşama mücadelesi bir yandan da iktidar mücadelesi başlamıştır. Hukuki olarak halkı kim temsil ediyor sorusu; ülkeyi işgal edenlerin ordu kuvvetleri ile ülkeden çıkarılması ile cevaplanmıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin , yeni ilkelerini yapmak ve uygulamak için ordu 1923-1927 yılları arasında en önemli destek iken mecliste bulunan sivil orduda(!), siyaseten destekçisidir. 1920 yılının 23 Nisan’ında ilk Büyük Millet Meclisi’ndeki milletvekillerinin 1/6’sı askerdir. Sonraki meclislerde bu oranın daha yüksek olduğunu görürüz. Özellikle 1923-1938 yılları arası mecliste asker kökenli milletvekili sayısı, daha fazladır. Ayrıca bu dönemde Savunma, Ulaştırma ve Bayındırlık Bakanların asker olması da beklenen, kabul edilen bir geleneğe dönüşmüştür.

30 Ekim 1924’te Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, milletvekili olan ordu komutanlarının ya milletvekili ya da asker (Ordu komutanı) olarak hizmet etmelerini tercih etmelerini söylemiş %99’u milletvekilliği görevine devam ederek askerlikten istifa etmiştir. Ordu 1927-1938 yılları arasında artık rejimin aktif silahlı koruyucu gücü olarak kendi iç düzenlemelerini yapsa bile, kendisini cumhuriyetin “kurucusu ve koruyucusu/kurtuluşu” olarak görmeye başlamıştır.

Ülkenin cumhurbaşkanı dâhil olmak üzere tüm milletvekillerin asker (eski ordu veya kolordu komutanı olması) kökenli olması sebebiyle günümüz Genelkurmay Başkanlığı o günkü Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti 3 Mayıs 1920’den-3 Mart 1924’e kadar hükümet içerisinde bir bakanlık olarak yer almıştır. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti 3 Mart 1924’te kaldırılarak yerine Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti tesis olunmuştur. Yani bugünkü Türkçe ile söyleyecek olursak Genelkurmay Bakanlığı yerine Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. Aralarındaki fark sadece bakan ve başkanlık değil yetki ve sorumluluklardır. Genelkurmay bakanlığında ordu, sivillerin idaresi altındadır. Genelkurmay başkanlığı ise Cumhurbaşkanı yerine orduyu barış durumunda komuta eden en yüksek rütbeli askeri makam ve görevinde bağımsız olduğu açıkça belirtilmiştir. Genelkurmay Başkanı’nın askeriyeye emir ve komuta ettiği, askeri politika ve stratejiyi tespit ettiği, kendisine bu konularda karışılmayan, savunma bakanlığının üstünde konumlanmış genelkurmay sisteminin yasal temellerinin bu kanunla atıldığı söylenebilir. 1922 yılından 1944 yılına kadar Genelkurmay Başkanlığı makamını sürdüren Mareşal Fevzi Çakmak, bu makamda oldukça bağımsız bir şekilde (1924’ten itibaren) 20 yıl çalışmıştır.

Mareşal Fevzi Çakmak’ın emekli olmasından sonra 1944-1949 yılları arası Genelkurmay Başkanı artık bağımsız değildir. Başbakana bağlı ve başbakanın izni dâhilinde diğer bakanlıklarla iletişim kurabilen, ordunun en üst askeri memurudur. Bu şekilde askeriyenin sivil hükümetlerin kontrolü altına alınması yolunda ilk ciddi adım atılmıştır. Ancak asker kökenli İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olarak “Millî Mücadele esasen bir ordu ihtilali idi” sözü askerlerin ülkenin geleceğinde belirleyici kararlar almasını desteklemiş ve bu durum ordu için bir rahatsızlık oluşturmamıştır.

19. yüzyılda Osmanlı aydınları meclis ve anayasanın olduğu meşruti bir yönetimin ülkenin kurtuluşu için geçerli olacağına inanıyorlardı. 21.yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınları da cumhuriyet ve seçimle gelmiş milletvekillerinden oluşan Meclisin ülkenin ilerlemesine yeteceğini varsayıyorlardı. Çünkü o aydınlar aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin son aydınları idi. Devlet değişmiş, yönetim değişmiş fakat yaşanan toprak ve insan ortaktı. Osmanlı Devleti’nin devamı idi. Dolayısıyla 1950 seçimlerine kadar yönetimin bir parçası olmayı sorun etmeyen ordu, iktidarın seçimle değişmesini ve gelen iktidarın II. Meclis’teki ikinci gruba yakın olması sebebiyle 27 Mayıs 1960 ’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk askeri darbeyi gerçekleştiriyordu. Ordu, darbeyi TSK İç Hizmet Kanununda yer alan “Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak” ibaresini hukuki dayanak yapmıştı.

Ordunun 27 Mayıs 1960 Darbesinin akabinde yaptığı ikinci ve daha önemli adımı ise Millî Savunma Bakanlığına bağlı Genelkurmay’ın oluşunu, ortadan kaldırmaktır.  Çünkü 1949 yılında kabul edilen yeni kanunla Genelkurmay başkanı, Millî Savunma Bakanlığı’nın (MSB) teklifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla atanan sadece Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı bir görevli, Millî Savunma Bakanlığı’nın bir dairesi durumunda oluyordu. Savaşta ve barışta askerin hazırlanması görevi MSB’lığına aitti. Kısaca modern devletlerde olduğu gibi ordu, sivil idarenin kontrolü altında onun bir kurumu konumundaydı.

 1960 Darbesi sonrasında kabul ettirilen 1961 Anayasası ile ordu yeniden 1924 yılındaki kanunun verdiği haklara kısmen geri dönüyordu. Yani Türk Silahlı Kuvvetlerinin komutanı olan Genelkurmay Başkanı, görev ve yetkilerinden dolayı sadece Başbakana sorumlu oluyordu. Böylece Genelkurmay, Başbakan’a karşı sorumludur diyerek artık asker vesayeti altında sivil hayat başlamış oluyordu. Bu kanunla ne değişmiştir. Birincisi 1924 kanunu yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında onun kurulmasında etkin ve etkili olan kadronun tamamının olduğu bir kanundu. İkincisi ülke için tehlike hali daha geçmiş değildir. Dolayısıyla meclis savaş düzeni şeklinde görev dağılımındaydı. 1960’lara geldiğimizde ise artık ülkede cumhuriyet ve rejim yerleşmiş, demokrasinin olmazsa olmazı çok partili hayat ve daha demokratik seçimlere geçilmiştir.

Dünyada tüm toplumlar demokrasi ile yönetilmemektedir. Demokrasi kültürünü geliştirmeye çalışan toplumların, neredeyse tamamının ortak sorunlarından en önemlisi sivil-asker ilişkileridir. Bu toplumlarda nasıl bir yönetimin olması gerektiği hakkında toplum ve kamu kurumları arasında uzlaşma sağlanamamıştır. Bu yüzden bu tür ülkelerde ya askeri darbe ya da hükümet krizleri ile devlet yönetimi kesintili bir görünüm sergilemektedir. Ülkemizdeki darbelerin düşünce mantığı da zannımca bu.

 


Semiha Kavak: 28 Şubat’ta yaşananlara post-modern darbe denmesinin nedeni nedir? Bununla amaçlanan neydi, bu amacın gerçekleşmesi için hangi yöntemler uygulandı?

Nezahat Belen: Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ordu, müdahalesini meşru zeminde gerçekleştirmek için toplumda belli bir kesimin desteğine yönelmiştir. Bunu kimi zaman medya aracılığıyla toplumda belli gruplara hitap ederek sağlamıştır kimi zamanda tarihsel olarak kendisini devletin bekçisi/yöneticisi/varlığı/ asıl savunucu olarak gördüğü için gerçekleştirmiştir. Ordunun temel özelliklerinden biri olan devlete ve millete ait olan her şeyi kendi sorumluluğunda olduğuna inanmak, halka/topluma karşı tarafsız bir tutum içerisinde hareket ederek devletin varlığını, milletin varlığından üstün olduğunu düşünmek, yaptığı müdahaleleri daima meşru görmesini sağlamıştır.

28 Şubat dönemini “askeri demokrasi” olarak adlandırmak mümkünse de bilinen en yaygın kullanım şekli “post-modern darbe” olarak adlandırılmasıdır. Nedeni, askerin silah kullanma yoluna gitmeden, toplumsal katmanları harekete geçirerek hükümetin değişmesini sağlamasıdır. Bir başka ifadeyle asker geleneksel askeri imkânları kullanmadan ve doğrudan yönetimi ele almadan yönetimin değişmesini ve istediği değişikliklerin siyasiler vasıtasıyla yapılmasını sağlamıştır. Çünkü bu dönemde gerek toplumsal yapıdaki değişiklikler gerekse uluslararası konjonktür askerin doğrudan darbe yoluyla iktidarı ele geçirmesine uygun değildir.

Ordunun kendi çıkarları ve özellikle güvenlik kavramının araç olarak kullanılması, yapılan müdahalenin temel sebepleri olarak okumak gerekir.28 Şubat’ta, birtakım (sözde) sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirilmiş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır. 28 Şubat sürecinde TSK’nın, kendilerine sunulan iç tehdit algısını kabullenip buna uygun kararlar vermeye hevesli bir yargı ortamını beklentilerinin de ötesinde hazır ve nazır bir şekilde bulduğu pekâlâ söylenebilir. Bu itibarla belki TSK tarafından verilen brifinglerin, en etkin bir şekilde “yargı” alanında yansımasını bulduğu görülmektedir. Bu süreçte, tıpkı 1980 askeri darbesinde olduğu gibi, kendisini “rejimin teminatı” olarak gören TSK, emir-komuta zinciri içinde hareket etmiştir. Komuta katının benimsediği çizgide olmadığı düşünülen çok sayıda muvazzaf asker, bu kez “yıkıcı, bölücü ve irticai faaliyetlerde bulundukları” gerekçesiyle, hukuk kuralları zorlanarak tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyenin, 1960 darbesindeki gibi üst düzey komutanlara yönelik değil, Albay ve alt rütbedeki askeri personele dönük olmuştur.

Görünürde değerler ve semboller düzeyinde koparılan bütün bu fırtına, maddi ilişkiler alanında 28 Şubat’ın neleri değiştirdiğini önemli ölçüde gizlemeyi başarmıştır. Oysa 28 Şubat, bütün bu görüntünün ötesinde veya siyasi mücadelenin yanında, Cumhuriyet tarihi boyunca ekonomik ve sınıfsal bakımdan ayrıcalıklı bir kesimin, bürokrasinin ve devletle organik ilişki içindeki büyük sermayenin, yeni gelişen toplumsal güçlere karşı giriştiği bir tasfiye operasyonu olarak da okunabilirdi. Bu bakış açısına göre, “türban”, sadece kamusal alanın hizmetli sınıfında istihdam edilen kadının başını örtseydi, belki “devleti ele geçirmeye kararlı irtica sembolü” olmayacaktı; çember sakallı da varoşlardaki esnaf olarak kalıp TÜSİAD’la yarışmaya aday bir girişimci olmaya kalkışmasaydı, aynı şekilde “rejim için tehdit” oluşturmayacaktı. Ama Türkiye’nin sosyolojik dönüşümü, üretilen maddi değerlerin paylaşımında da söz sahibi olmak isteyen kesimlerin veya sınıfların, iş bölümü sürecindeki eski konumlarını sorgulama ve değiştirme çabasına şahitlik ediyordu.

Bugün de 28 Şubat’ı anlamak için yapılması gereken, belki de öncelikle onun iktisadi boyutuna bakmaktır. “İrticai veya yeşil sermaye” olarak tanınan girişimlerin bu süreçte nasıl ambargoya tabi tutulduğu, kaçının iflas ettiği, hangi büyük medya grubunun borçlarının silindiği, hangi büyük holdingin süreçten sermaye artırımıyla çıktığı, onların yönetim kurullarına kimlerin “danışman” olarak girdiği, hangi bankaların neden artık mevcut olmadığını ve onların yerini hangilerinin aldığı gibi sorular bugün de cevap beklemektedir.

28 Şubat post-modern darbe süreci bir toplum desteğinden ziyade topluma rağmen yapılmıştır. Toplumdan büyük destek almaya yönelik politikalar yürütülmesine rağmen, meşru zeminde karşılık bulamamış ve Türk siyasi hayatında demokrasiyi sekteye uğratacak bir girişim olarak sonuçlanmıştır.

 

Semiha Kavak: 28 Şubat’taki gelişmeler karşısında eğer istenilen sonuç elde edilemeseydi ve Refahyol iktidarı devrilmeseydi neler yaşanabilirdi?

Nezahat Belen: Daha önce 2 defa tecrübe ettiğimiz şekilde bir askeri darbe daha olurdu herhalde. Yapılan brifingler, basın, ordunun söylemleri, siyasilerin kendi iç menfaatleri çözümü gene askerde görürlerdi.

 

Semiha Kavak: 28 Şubat’ın ardından iktidara gelen siyasi partilerin bu süreçte demokrasiye uygun davrandıklarını, iyi sınav verdiklerini söylemek mümkün mü, sizce bu partilerin post modern darbede rolleri oldu mu?

Nezahat Belen: Asla! Zaten milletin iradesini ve milletin emanetini elinde tutanlar kendilerine düşen görevleri hakkıyla yapsalardı bu olaylarla bu şekilde karşılaşmazdık. Neden mi derseniz. Bu millet, vekili ile el ele 15 Temmuz gecesi gerçek bir duruş sergilemiştir. O gün TBMM’de halkın temsilcisi olan vekillerimiz, yöneticilerimiz ve halkımız aynı İstiklal Harbimizde olduğu gibi istiklali ve istikbali için tek vücut olarak asil duruşunu sergilemiştir. Özlediğimiz duruştu bu. 28 Şubat’a gelecek olursak; ülkedeki siyasi istikrarsızlık, politik çekişme ve artan kutuplaşmalarla o günün siyasileri imtihanı geçememişlerdir. Kısaca hatırlatmak gerekirse:

Türkiye, Turgut Özal’ın 8.nci cumhurbaşkanı seçildiği 1989 yılından Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar 13 yılda 12 hükümetle ülkeyi idare etmeye çalışmıştır. 1989-1995 tarihleri arasında koalisyonsuz 4 hükümet ülkeyi idare ederken, 1995-2002 arasında koalisyonlu “7 yılda 7 hükümet” idare etmiştir. İlginçtir 1980 darbe öncesinde de gene ülkede koalisyonlar ve benzer şekilde 7 yılda 7 hükümet işbaşındaydı. Siyasi istikrarın sağlanması için bu dönemde toplam 9 seçim yapılmıştır: 6 genel seçim (1983,1987,1991,1995,1999 ve 2002) ve 4 yerel seçim (1984,1989,1994 ve 1999) . Bu tablonun oluşmasında 12 Eylül 1980 askeri rejimin, seçim kanunları ile oynamak suretiyle, parti sistemini yeniden biçimlendirmeye çalışması da etkilidir. Bundaki amaç, daha ideolojik nitelikteki küçük partileri tasfiye etmek ve parti sistemini yönetmesi daha kolay bir-iki ya da üç parti sistemine dönüştürmekti. Yani demokrasi ilkesinden uzak sözde temsil hakkı ile yönetilen bir cumhuriyet rejimi.

 

Semiha Kavak: Sizce 28 Şubat postmodern darbesi sürecinin aktörleri kimlerdi, bu müdahale sadece iç dinamiklerle ortaya çıkmış bir müdahale miydi? Ayrıca dış dinamiklerden bahsetmek mümkün mü?

Nezahat Belen: Darbenin aktörleri birden fazladır. Hem dahili hem de harici etkenler vardır. 28 Şubat 1997 darbesi, merkez medyanın Genelkurmay’ın basın bürosu gibi çalıştığı, seküler sermayenin hükümeti hedef aldığı, YÖK’ün ve YÖK güdümündeki üniversitelerin üretilen bilgi kirliliğine ve siyasal kitle akademik meşruiyet kazandırma çabasına girdiği bir dönemin sonucudur. 28 Şubat darbesi, 27 Mayıs darbesinden sonra ilk kez ordu-aydın ittifakının yeniden tesis edilmesi nedeniyle önemlidir.

28 Şubat sürecinde ordu, üniversiteler ve aydınlar üzerinden bir müdahale kanalı yaratmaya çalışmış ve bu ittifak üzerinden siyasal meşruiyet arayışında olmuştur. Ordunun üniversite-aydın bloğu ile kurduğu ittifak 28 Şubat sürecinden sonra da sürmüş, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelişini izleyen süreçte de ordu, bu ittifak üzerinden siyasete müdahale kanalları açmaya çalışmış, ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin arkasındaki geniş toplum desteği nedeniyle başarılı olamamıştır.

28 Şubat darbesi, darbenin hedef öznesinin Refah Partisi olması nedeniyle, Türkiye solunun önemli bir kesimi tarafından sahiplenilmiştir. Özellikle 1990’ların ilk yarısında Kemalist kimlikleriyle tanınan aydınların katledilmesi, kendini siyaseten solda tanımlayan insanlardaki laiklik hassasiyetlerini arttırmıştı. Tam da böylesi bir laiklik hassasiyetinin yükselişinin üstüne gelen RP’nin seçim başarıları, 28 Şubat sürecinde asker-sivil siyasal seçkinlerin toplumsal zemin bulmalarının önünü açmıştır. 28 Şubat sürecini laiklik-şeriat gerilimi üzerinden değil de asker-sivil bürokrasi ve İstanbul-Anadolu serma yesi arasındaki gerilimli ilişki üzerinden okumak gerekiyor.

Ayrıca olay sadece irtica söylemleri değildi esas mesele değişen dünya düzeni içinde milli devlet özellikleri sergilemeye çalışan, taşıdığı tarihsel kodları aktif hale getirmek isteyen bir hükümetin tehlikesiydi.  Çünkü II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası dış politika dengeleri ABD ve SSCB’nin ekseninde şekillenen, iki büyük güç arasında kıyasıya mücadelenin yaşandığı iki kutuplu bir dünya düzeninden ,1991 sonrası SSCB’nin açılımları ile tek kutuplu dünya düzenine ya da daha doğrusu medeniyetler çatışmasına dönüşmüştür.

Bir anlamda komünizmin, kapitalizm karşısında kaybettiği anlaşılmış, neo-liberalizm ve hızlı bir şekilde küreselleşme süreci ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamda uluslararası şirketler ülkelerin iç ve dış politikasında, hatta dünya politikasında etkin hale gelmiştir. Bundan sonra, küresel oyuncular veya devletler siyasi ve ekonomik nedenlerle, bireyi, bireyin haklarını, etnik yapı ve etnik özellikleri ortaya çıkarmışlardır. Bu da etnik vurguları, çatışmaları, ayrımcılıkları arttırmış, milli devletler küresel çalışma yapmak isteyen devlet ve şirketlerin önünde engel olarak görülmüş, milli devletler yıpratılmıştır. Bu yüzden, milli devletleri savunanların yeni yöntemler, çözümler ve kavramlar bulmaları ve kurumlar oluşturmaları gereken sürece girilmiştir.

Türkiye, tarihi, dili, dini ve kültürü bir olan Türk Cumhuriyetleri ile ikili ilişkilerini geliştirirken, Rusya’da, Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asya enerji politikasında Türkiye’nin önünü kesmek ve içine kapanmasını sağlamak amacıyla, Ankara’nın bu dönemde sorun yaşadığı İran, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile iyi ilişkiler kurmuştur. PKK gibi terör örgütlerini desteklemekten geri kalmamıştır. Bu anlayışla, Rusya, 1 Temmuz 1994’te imzalanan “Boğazlar Tüzüğü” ne karşı çıkmış, Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi’ni engellemeye çalışılmış, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne S-300 füzelerini satmak amacıyla 4 Ocak 1997’de anlaşmaya varmıştır. Bu da Türkiye-Rusya ilişkilerini gerginleştirmiştir. Bu gerginlikler Türkiye’nin 1994’te ikinci büyük ekonomik kriz yaşamasını ve 5 Nisan Kararlarını almasına sebep olmuştur.

Soğuk savaşın bitiminden sonra, Türk-Amerikan ilişkilerinde de bir duraklama meydana gelmiştir. Bu süreçte, Türkiye’nin rolü sorgulanmaya başlamıştır. 1991 yılında “geliştirilmiş ortaklık” kavramı ortaya atılmış, 1995’ten sonra ise ilişkiler değişik bir boyut kazanarak, Avrasya ve Ortadoğu bağlamında, “stratejik ortaklık” seviyesine çıkarılmıştır. Bu dönemde, Türk-ABD ilişkilerinde iyi ilişkilerin yanında, zaman zaman gerginlikler (1996 yılında yaşanan Kardak ve Kıbrıs sorunları, firkateyn sorunu) de yaşanmıştır. ABD, parası ödendiği halde 3 firkateyni teslim etmek istememiş, “örtülü ambargo” uygulamıştır. Bu firkateynlerin Türkiye’ye teslimi Adalar Denizi’ndeki sorunların ve Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmış, Türkiye bunu tepkiyle karşılamıştır.

ABD’nin bu uygulamaları milli ve yerli sermaye söylemleri ile stratejik konumu, tarihsel liderliği ve İslam dünyası üzerindeki etkisini değerlendirmek isteyen devrin Başbakanı Necmettin Erbakan tarafından alternatif bir ekonomik-ticari iş birliği kuruluşu yapılanmasına götürmüştür. Temelleri Ekim 1996’da atılan ve D-8 ( Developing Eight; Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya, Pakistan ve Türkiye) adını alan bu yapı 15 Haziran 1997 kurulmuştur. Türkiye’nin alternatif arayışı etkisini darbenin dünya devletleri tarafından desteklenmesinde de etkili olmuştur. Özellikle İslam ülkeleri ile geliştirilmek istenen D-8 süreci bu düşüncelerin tetiklenmesinde büyük etki sağlamıştır. Türkiye İslam coğrafyasının ekonomik ve sosyal potansiyelinin farkındaydı ve bu coğrafyanın liderliğine soyunmak istiyordu. Güçlü bir Türkiye Washington’un bölgedeki çıkarları için tehlike oluşturabilirdi. ABD’li diplomatlar Erbakan ve hükümeti tasfiye edilmeli mesajını pek çok kez açıklamalarıyla işaret etmişlerdi. Şimdi sadece bu düşüncelerin desteklenmesi ve dayanak oluşturulması lazımdı. Refah Partisinin sistem içi bir parti olduğundan kuşku duyan çevrelerin yoğun muhalefeti, istenilen olmasına yani bu koalisyonun sonunu getirecek sürecin başlamasını sağlamıştır. Daha ilk günden orduevlerinde, askeri üstlerde toplantılar yapılıyor, irticanın iktidarda olduğu görüşü savunuluyordu. Sürekli bir laiklik tehdidi algısı etrafta, Refah Partisinin bu noktada ülkeyi şeriata götüreceği, Türkiye’yi İranlaştıracağı, Avrupa Birliğinden alacağı noktasındaki propagandayı ordu bizzat basın eliyle yapıyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın “Bu sefer silahsız kuvvetler halletsin” deki en büyük pay basına aittir. MGK’nın varlığının anti demokratik olduğunu iddia ederek eleştirenler, bu süreçte hükümetleri denetleyecek bir organ haline gelmesini alkışlamaya başlamışlardı. Kısaca darbe kendini göstere göstere geliyordu.

 Biraz da 28 şubatın bilançosundan bahsedebilir misiniz?

 28 Şubat, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı değişikliklerinin yapıldığı bir dönem olarak anılacaktır. 28 Şubat sürecinin ilk müdahalesi, egemenlik hakkına karşı olmuştur. Bu süreci başlatanlar, halkın oylarının kayda değer bir önemi olmadığı, meclisin yetkili ve önemli bir kurum olmadığını bir kez daha göstermeye çalışmışlardır. İkinci müdahale, sivil otoriteye/siyasi iktidara yani millet iradesine karşı olmuştur. Bu müdahaleyle, parti programlarının önem taşımadığı, hangi parti iktidara gelirse gelsin, ellerine verilen yönerge doğrultusunda faaliyet göstermek zorunda kalacağı, hükümet politikalarının, hükümet ve meclis-üstü kurumlar tarafından belirleneceği, hatta siyasi iktidarın, belli bir kesime ve partilerine kapalı olduğu, halkın oylarıyla hükümet olsalar bile, iktidar olamayacakları gösterilmeye çalışılmıştır.

 Milletin iradesine darbe vuranlar bunu sivil kuruluşlarla taçlandırmışlardır. 28 Şubat’tan itibaren başlayan sürece kısa bir göz atacak olursak, politikacılar ve siyasi partiler dâhil, dernek ve vakıflara yoğun bir baskı uygulanmış, özellikle insan hakları alanında faaliyet gösteren bazı dernek ve şubeler kapatılmış, baskınlar yapılmış, sivil örgütlerin sindirilmeye çalışılmış, yeni kurulacak sivil örgütlerin kuruluşları da çeşitli bahanelerle engellenmiştir.

28 Şubat Post-modern darbe süreci; din-devlet bağlamında görünürlüğünü korusa da asıl nedenin hem İslamcıları hem de Kemalistleri tasfiye ederek ülke statüsünü uluslararası camiada gerileten bir operasyondur. Fakat bu süreç daha çok dindar kesime yapılan bir operasyondur. Medya, üniversiteler ve yargı organları “irtica tehlikesi” konusunda brifinglere tabi tutulmuş; binlerce insan fişlendiği gibi binlerce kamu personeli soruşturma geçirmiş, yüzlerce kişi “irticai örgüt” üyeliğinden yargılanmış, cezaevlerine konulmuştu. Yüzlerce kamu personeli memuriyetten atılarak iş kurmaları ve iş sahibi olmaları engellenmişti. Haksız ve hukuksuz uygulamaların taşındığı yargı mercileri, taraflı ve yönlendirilmiş kararlarla haksızlıkları onaylamıştı. Başlarını açan veya peruk takan kadınların birçoğu da cezalandırılmaktan veya işlerini kaybetmekten kurtulamamıştır. Bugün için sayısını tespit etmenin mümkün olmadığı çok sayıda erkek de eşi başörtülü olduğu için veya “irticai fikirleri ya da faaliyetleri” nedeniyle işten atılıp, cezalandırıldı. Yüksek Askerî Şûra kararlarıyla savunma hakkı verilmeden ordudan atılanların sayısı bu dönemde astronomik bir artış göstermiştir.

Büyük medyanın ihlallere yer vermemesi ve İslami kesimin dışındaki basının yeterince ilgi göstermemesi nedeniyle bu süreçte yaşanan ihlallerin maddi ve psikolojik tahribatı ve doğurduğu trajik hadiseler genellikle bilinmedi. 28 Şubat üzerine Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü olan Eğitim Bir Sen’in titiz bir çalışma ve araştırma ile hazırladığı rapor, bu konu hakkındaki en detaylı çalışmalardan biridir. Bu rapora göre 28 Şubat uygulamaların bazılarını rakamlarla ifade etmek gerekirse: 1990-2011 yılları arasında “irtica” suçlamasıyla YAŞ kararlarıyla TSK’dan atılan personel sayısı 1.635 kişidir. 1997-2001 yılları arasında görevine son verilen öğretmen sayısı 3.527, istifa eden (ettirilen/mobingle) öğretmen sayısı 11.000, kılık-kıyafet/fişlemeler nedeniyle disiplin soruşturmasına uğrayan öğretmen sayısı 33.271, 28 Şubat sürecinde fişlenen Milli Eğitim Bakanlığı personeli sayısı 4.625, MİT tarafından irticayla ilişkili görülen kamu personeli sayısı 2.639 ayrıca fişlenen öğretim görevlisi sayısı 418, öğretmen sayısı ise 949.dur. İrtica gerekçesiyle hakkında rapor tanzim edilen vali/kaymakam sayısı 210 bunlara emniyet mensuplarını, Diyanet personelin ve çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarındaki personeli de eklediğimizde olayın çok basit bir uygulama olmadığı daha açık anlaşılacaktır.

 

Semiha Kavak: 28 Şubat uygulamalarını en sert bir dille eleştiren ve  2002 yılında iktidar olan Ak Parti iktidarı sizce 28 Şubat sürecinin etkilerini ortadan kaldırmak için neler yaptı, 28 Şubatın etkileri bugün tümüyle kalkmış durumda mı?

Nezahat Belen: Maalesef insanla ilgili olan bir olayın fizik deneyi gibi yapılıp hemen sonuç almasını bekleyemeyiz. Sohbetimizin başından beri anlattıklarımız dikkate alınırsa aradan neredeyse 25 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen o gün bu darbeye maruz kalanlar hayatta ve hayatlarını, özlük haklarını saygınlıklarını geri istiyorlar. Evet uygulamada Ak Parti 2013 yılında getirdiği demokratikleşme paketi ile dini özgürlüklerimizi kullanabilme, kaybettiğimiz haklarımızı geri kazanma hakkını sağlamıştır. Fakat bu olay kanunlarla, paketlerle veya genelgelerle değil toplumsal bir uzlaşma ile olduğu zaman “sorun!” olmaktan çıkacaktır. Bunun içinde zannımca önce insanın kendini bilmesi, kendisini oluşturan değerleri yaşaması ve hayattaki istikameti doğrultusunda gayret göstermesi gerekir. Boş, amaçsız, tembel insanlar sadece eleştirir. Hz. Peygamberimiz (SAV)’in “İki günü eşit olan zarardadır” sözünü kendimize şiar edinip ülkemiz, vatanımız ve milletimiz için çalışmalıyız.

Sorunuzu tarihsel olarak açıklamam gerekirse ;2002 yılından beri tek başına iktidar olan Ak Parti’den toplumun beklentileri artmıştı. 1982 Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklik öngören paketin 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumla kabul edilerek, Türkiye’nin gündemine daha başka demokratik reformları içeren değişikliklerin yapılması konusu da girmişti. Bunlardan biri de Başörtülü öğrencilerin kıyafetlerinden taviz vermeden ve yurtdışına gitmeden Türkiye’deki üniversitelerde eğitim alabilmeleri konusudur. Bu konuda özellikle referandumu takip eden günlerde Türkiye’de bulunan önemli gazeteler ve televizyonlar her zamankinden daha fazla sayıda yayınlar yapmaya başlamışlardır. Bu meselenin çözümü konusunda galiba en önemli adımı Türkiye’de yüksek öğrenimi düzenleyen YÖK yapmıştır. YÖK başkanının değişimi ve yeni Başkan Yusuf Ziya Özcan’ın İstanbul Üniversitesi’nden bir öğrencinin şikayeti üzerine, üniversiteye gönderdiği bir talimatla başörtüsünün üniversitelerde serbest kalması yolunda önemli bir adım atmıştır. Bu olay diğer üniversitelere de örnek olmuş ve hemen hemen bütün üniversitelerde isteyen kız öğrencilerin derslere başörtüleriyle girmelerinin önü açılmıştır. Kasım 2010’da YÖK Başkanının yaptığı açıklamayla 1-2 üniversite dışında başörtüsü meselesi kalmamıştır. Bu uygulamaların hayata geçmesinde STK’ların ( özellikle Eğitim Bir Sen ve Türk Eğitim Sen) etkisini ve desteğini göz ardı etmemek gerekir.

                Kamu personeli için başörtüsü yasağının kalkması ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim 2013’te açıkladığı demokratikleşme paketi ile oldu. Kılık kıyafet yönetmeliğinin 5.maddesinde yapılan değişiklikle kısıtlayıcı hükümler kaldırıldı. İlk başta askerler, emniyet mensupları, hakimler ve savcılar bu düzenlemenin dışında tutuldu. Avukatların, barolar tarafından belirlenen kurallar çerçevesinde başörtüsü takamayacaklarına ilişkin uygulamalar ise, mahkeme kararları ile aşıldı. Ancak düzenleme dışında kalanlar için başörtüsü yasağı 2020 ‘de tamamen kaldırıldı. Ayrıca halkın tam desteği, hükümetin ve TBMM’nin dik duruşu ile bir başka darbe gerekçesi olmaması için 10 Temmuz 2018 de Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle çıkarılan “TSK görev ve yetkileri kanunu” ile Genelkurmay Başkanlığı yeniden Millî Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin 2.nci yıldönümünde yayımlanan bu kararname ile Türkiye de önemli bir sivilleşme adımı atılmış oldu. 2018 yılı Türkiye’sinde artık TSK siyasetin dışına çekilmiş, Millî Savunma Bakanlığına bağlı bir kurum haline dönmüştür. Artık ordu demokratik ülkelerde olduğu gibi rejimin bekçisi olmaktan çıkarak esas görevi olan dıştan gelecek saldırılara karşı milletini koruma noktasında, vatanın koruyucusu olmuştur. Bunun devam etmesi için ülkemizde yaşayan herkesin kendi sorumluluk ve görevlerini yerine getirmesi, demokrasiye, hukuka ve milli iradeye saygılı olmasını temenni ediyoruz.

2012 yılında Meclis çatısında Ak Parti İstanbul Milletvekili Nimet Baş’ın başkanlığında Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonunun hazırladığı, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonunun raporu, 28 Şubat sürecinde kişilerin maruz kaldıkları hak ihlallerinin tespitinde önemli bir kaynak niteliğinde olsa da o dönem mağduriyet yaşamış yüzlerce insanın ne ismi ne de uğradıkları ihlaller ve hak kayıpları konusunda bütüncül bir çalışma halen gerçekleştirilmiş değildir. Kısacası mağdurlar için hakikat ortaya çıkarılmayı beklemektedir.  28 Şubat davası, sürecin yaşandığı dönemde demokrasiye yapılan bu müdahaleden hesap sorulmasının önünde engel teşkil eden bazı yasalar, ilerleyen yıllarda Anayasa'daki değişikliklerle aşılabildi. Böylece, 28 Şubat darbecilerinin yargılanmalarının önü ancak 2013 yılında başlanabildi. Sonuçlanması ise 5 yıl süren bu dava için toplumun nezdinde adaletin yerini bulduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak 2013 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın grup toplantısında yaptığı konuşma, bizlerin duygu ve düşüncelerimizin anlaşıldığını, değer gördüğünü göstermesi açısından da sevindiricidir. O konuşmasında:

“Devlet vatandaşına bakarken muteber ve muteber olmayan, öz-üvey evlat muamelesi yapıyordu. Devlet vatandaşına yaşam tarzı, kılık kıyafet, resmî ideoloji dayatıyordu. Biz buna son veriyor. 76 milyonun devlet nazarında bir ve beraber olması için tarihi bir adım atıyoruz. Elbette gurbette geçen yılların, vatan, sıla, aile hasretinin telafisi mümkün olmayacak. İkna odalarında onurlarına dokunulan kızlarımızın yaraları elbette kapanmayacak. Mahkemelerde, hapishanelerde tüketilen hayatlar elbette geri verilemeyecek, gözlerindeki damlalarla başlarındaki örtüyü çıkartmak zorunda kalan kız çocuklarının eğitim şevkleri elbette tamir edilemeyecek. Ancak inanıyorum ki bugün başlayan normalleşme, bugün başlayan yeni özgür süreç hepimiz için milletimiz için bir teselli, bir güvence olacak”  bu sözler bir nebze ümitvar olmamızı sağlamaktadır.



 

 

 


14 Şubat 2021 Pazar

STRATEJİK BİR SİLAH: SOSYAL MEDYA




YENİ ŞAFAK PAZAR SÖYLEŞİ

Mustafa Bostancı, sosyal medya platformlarının belirli devletlerin ve belirli güçlerin elinde kitleleri yönlendirme becerisine sahip stratejik bir silaha dönüşebileceğinden söz ediyor ve ekliyor: “Siyasal iletişimin en temel kitle iletişim aracı olan televizyon, gazete ve radyo gibi geleneksel medya araçlarının yerini daha çok dijital platformlar ve sosyal medya alıyor. Tek taraflı kitleye hitap eden lider veya aday profilinden çok artık etkileşime giren lider veya adayları daha çok görüyoruz.”

SEMİHA KAVAK

Sakarya Üniversitesi  İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Bostancı, Sosyal Medya ve Siyaset, Sosyal Medya: Dün, Bugün, Yarın isimli kitapları ve çok sayıda akademik yayını bulunan çok yönlü bir akademisyen. Sosyal Medya platformlarının kişiler üzerindeki etkileri ve siyasi düşünceye etkilerine dair sorularımızı cevaplayan Bostancı, dünyayı saran sosyal ağlar karşısında ülkemizde dijital teknolojiler, sosyal ağlar, güvenlik riskleri, tehditler gibi çeşitli konularda eğitimlerin sıklaştırılması ve yerli alternatiflerin geliştirilmesi gerektiğini belirtiyor.


İnternet teknolojisinin bir iletişim aracı olarak küresel anlamda yaygın kullanılmaya başlaması ile birlikte Sosyal Medya gün geçtikçe bireylerin, toplumların üzerinde etkisini artırıyor. Artık yeni bir insan tipolojisine sahibiz. Eskiden toplum içinde kendine yer edinmeye çalışan bireyler artık bunu sosyal medya üzerinden sağlama çabası içerisinde. Ülkemizin sosyal medyayı en çok kullananlar arasında yer aldığını dikkate alarak öncelikle şunu sormak istiyorum; İçinde bulunduğumuz bu tablo dünya için, bizlerin geleceği için iyiye mi, kötüye mi işaret? Sosyal Medya bizi nereye götürüyor?

Sosyal medya, yaşadığımız dijital çağın en yoğun kullanılan iletişim platformlarını içeriyor. Söz konusu ülkemiz olduğunda, sizin de ifade ettiğiniz gibi sosyal medyayı en çok kullanan ülkelerin başında geliyoruz. Şüphesiz bunda genç ve orta yaş nüfusa sahip olmamızın etkisi büyük. İçinde bulunduğumuz tablo, dijitalleşme itibariyle hem iyi hem kötü gelişmelerin örnekleriyle dolu. Geleceğe bakmak için öncelikle şimdiyi görmek gerekiyor. Sosyal medya kimi zaman yoğun dezenformasyon ve algı yönetiminin yayılarak kitlelerin yanlış yönlendirildiği, kimi zaman da iyiye ve doğruya ilişkin bilginin kitlelere yayıldığı ve kolektif bir hareketin toplumsal sorunlar karşısında çözüm üretmek için örgütlendiği bir mecra oldu. Kimi zaman haksızlıklar karşısında sessiz kitlelerin sesine, kimi zaman da illegal örgütlerin elinde önemli bir silaha dönüştü. Arap Baharı, Gezi Olayları, 15 Temmuz Darbe Girişimi gibi toplumsal olayların hepsinde de sosyal medyanın etkin bir şekilde kullanıldığını hatırlıyoruz. Kısacası elimizde farklı yetenekleri olan platformlar var ve biz bunlarla gelecek adına ne yapmak istiyoruz? İyiliğe dair herhangi bir girişime de, kötülüğe dair herhangi bir girişime de sosyal medya güç katabilir. Sosyal medya bizleri alışılagelmiş iletişim yöntem ve tekniklerinden kopararak yeni bir dünyayı deneyimlemeye götürüyor. Bu açıdan sosyal medyayı nasıl kullandığımız, ne amaçla kullandığımız, fırsatları nasıl değerlendirdiğimiz, zararlı etkilerinin ne kadar farkında olduğumuz ve olası risklere karşı ne kadar tedbir aldığımız çok önemli. Sosyal medya hayatın göz ardı edilemez bir gerçeği ve biz bu gerçekle yaşamayı öğrenmeliyiz.


HER BİRİNİN KENDİ KİTLESİ VAR

Türkiye’de en çok kullanılan sosyal medya platformları olan Facebook, Twitter Instagram YouTube kullanıcılarını sonsuz bir akışa teslim ediyor. Bu mecralardan karşımıza çıkan  reklamlar, fenomenler, akımlar, paylaşımlar, haber ve enformasyon içerikleri, fotoğraflar vs kişi üzerinde nasıl bir etki oluşturuyor ?

Her platformun kendine has kitleleri var artık. Platformların içerikleri de birbirinden farklılaşmaya başladı. Kullanıcılar bu platformları iletişim, sosyalleşme ve eğlence gibi amaçlarla kullanırken, işletmeler, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler ise müşterilerine ulaşmanın ve onlarla bağlantıda kalmanın etkili bir yöntemi olarak kullanıyor. Reklam harcamalarının son yıllarda geleneksel medyadan dijitale doğru büyük bir değişim geçirdiği çeşitli raporlarla ortaya konuluyor. Vaktinin büyük bir bölümünü burada geçiren kullanıcıya billboard reklamı ile ulaşmak artık hayal. Özellikle yaşadığımız pandemi dönemlerinde hem reklam gösterimleri hem de satın alma davranışı çoğunlukla dijital mecralardan gerçekleştiriliyor. Sosyal medyanın ünlüleri olan fenomenler birer pazarlamacı gibi çalışıyor. Kimi zaman kendi takipçilerine bir ürünü tanıtırken kimi zaman da sansasyonel bir davranışla karşınıza çıkabiliyorlar. Hemen hemen herkes içerik üretiyor fakat kullanıcıyı etkileşime dahil eden içerik her zaman daha değerli oluyor. Kullanıcılar sosyal medyada gördükleri içeriklerden hareketle bir hizmete veya ürüne karşı davranış geliştirebilirler. Bir kişiye veya fikre ilişkin algıları değişebilir. Sosyal medyadan yayılan bir içerikle kamuoyu oluşturulabilir. Siyasi bir lidere veya partiye ilişkin tutum değişebilir, oy verme davranışı etkilenebilir.

YÜZDE 28’İN SİYASİ TERCİHİNİ ETKİLİYOR

Sosyal Medyanın siyasi düşünce oluşturma açısından ne derece etkisi var? Siyasal karar verme noktasında kişiler sosyal medyadan ne derece etkilenirler? 

Sosyal medya yalnızca kişilerarası iletişim pratiklerimizi değil, aynı zamanda siyasal iletişim pratiklerimizi de dönüştürüyor. Siyasetin alışılagelmiş lider, seçim, propaganda kavramlarını yeniden yorumlamamıza neden oluyor. Ben bu yeni durumu siyasal iletişim 2.0 olarak adlandırıyorum. Siyasal iletişim 2.0 kavramından hareketle siyasetin doğasında yaptığı temel değişimleri hatırlatmakta fayda var. Siyasal iletişimin en temel kitle iletişim aracı olan televizyon, gazete ve radyo gibi geleneksel medya araçlarının yerini daha çok dijital platformlar ve sosyal medya alıyor. Tek taraflı kitleye hitap eden lider veya aday profilinden çok artık etkileşime giren lider veya adayları daha çok görüyoruz. Türkiye genelinde seçmenlerle gerçekleştirdiğimiz bir araştırmanın sonuçlarına göre, katılımcıların yüzde 28,5’i sosyal medyada karşılaştıkları içeriklerin siyasi tercihlerini etkilediğini belirtiyor. Benzeri araştırmalardan da hareketle, sosyal medya siyasi partilerin ve adayların seçmene ulaşmalarında, kendilerini anlatmalarında ve oy vermeye ikna etmelerinde stratejik bir önem taşıyor.

BELİRLİ GÜÇLERİN EGEMENLİĞİNİ GÖRÜYORUZ

ABD seçimlerinde Trump’un seçim işlerini yürüten şirketin bazı verileri Facebook üzerinden temin ettiği ve Trump’un seçimleri kazanmasında bu verilerin önemli rol oynadığı iddia ediliyordu. Gerçekten verilerle belirlenen stratejiler seçimlerde bu derece etkili olabilir mi? Öte yandan seçim yenilgisinin ardından henüz devir teslimi dahi olmadan twetter Trump’un hesabına engel koydu. Buradan Sosyal Medyaya bakarsak bu durum bize neyi anlatır? Bu platformlara sadece ticari amaçlı platformlar gözüyle bakmak mümkün mü?

Hafızalara Cambridge Analytica skandalı olarak kazınan veri skandalları, Facebook’a olan güveni zedelemiştir. Facebook güvenlik açığından yararlanan basit bir kişilik testi yardımıyla kullanıcıların kişisel verileri elde edilmiş, bu veriler seçmen tercihlerinin yönlendirilmesinde kullanılmıştır. The Great Hack isimli belgesel, bu konuyu tüm detaylarıyla ortaya koyan bir çalışmadır. Sosyal medya platformları sadece veri skandalları ile değil, sansür uygulamaları ile de gündeme geliyor. Özellikle Twitter, siyasi liderlere ait hesapları dondurma, tweetleri silme gibi birçok vaka ile biliniyor. Hal böyleyken, sosyal medya platformlarına sadece iletişim, eğlence, ticaret amaçlı platformlar olarak bakmak doğru olmayacaktır. Bu platformlar belirli devletlerin ve belirli güçlerin elinde kitleleri yönlendirme becerisine sahip stratejik bir silaha dönüşebilmektedir.

BİR MİLYON VERİ ÇOK ŞEY İFADE EDER

Sosyal Medyada beğeniler, paylaşımlar, yorumlar, hashtagler ve tıklanmalar neticesinde kişiler hakkında her tür veri elde ediliyor. Dijitalleşme her geçen gün yaygınlaşırken, artık arama motorlarında ve sosyal medya platformlarında arattığımız ya da gezindiğimiz, hatta telefon yanımızdayken bahsettiğimiz bir ürün karşımıza reklam olarak çıkıyor. Bu bilgiler bireylerin tercihlerini manipüle etmek için kullanıldığında buna karşılık alınabilecek tedbirler var mı, yoksa kullanıcılar çaresiz mi?

Maalesef bu noktada platform sahipleri daha avantajlı bir durumda. Platformlar algoritmalar, sayesinde kullanıcıların yaptığı aramalar, içerik etkileşimleri, takip ettiği hesaplar gibi verileri işleyerek onlara gösterilmesi gereken en ideal reklamı karşılarına çıkarıyor. Hatta ve hatta yakın zamanda Whatsapp üzerinden kullanıcılara iletilen yeni kullanıcı sözleşmesine göre, telefon numarası, rehberdeki kişiler, cihaz model bilgileri, operatör bilgileri, Facebook tabanlı harcama ve ödeme yöntemleri gibi birçok veri işlenebiliyor ve kullanılabiliyor. Bu bağlamda bu bilgiler bireylerin tercihini manipüle etmekte, kitleleri yanlış yönlendirmekte rahatlıkla kullanılabilir. Bir kişinin verisi tek başına bir anlam ifade etmeyebilir fakat bir milyon kişinin verisi bir araya geldiğinde, o kitle hakkında yıllar süren araştırmalar sonucu elde edilemeyecek çok değerli bilgiler elde edilir. Bütün bu veriler sınıflandırılarak ilgili gruba sadece belirli bir siyasi partinin reklamları ya da adayın paylaşımları gösterilirken, diğer siyasi parti ve adayın içeriklerinin görülmesi engellenebilir. Bütün bunlara ek olarak kullanıcılar tamamen çaresiz diyemeyiz. Kullanıcıya düşen kullandığı platformun üyelik sözleşmelerini iyi okumak ve gizlilik ayarlarını doğru ayarlamak.

YERLİ ALTERNATİFLERİN GELİŞTİRİLMESİ VE EĞİTİM

Sizce Türkiye, Dijital Teknolojinin neresinde? Dünyayı saran bu ağlara karşı neler yapılabilir? Bu konularda yeterince tedbir alamayan ülkeleri neler bekliyor?

Türkiye’de dijital teknolojiler noktasında önemli adımlar atılıyor. E-devlet uygulamaları sayesinde kendimizi dijital vatandaş gibi hissediyoruz. İnanılmaz bir kâğıt israfı vardı ki elektronik belge yönetim sistemi bu durumun önemli ölçüde önüne geçti. Dijitalleşme bağlamında gerek kamu gerekse özel sektörde güzel gelişmeler yaşanıyor. Sorunuzun sosyal ağlar boyutuna gelecek olursak, ülkemizin dünyayı saran sosyal ağlar karşısında yapması gereken iki önemli şey olduğuna inanıyorum. Birincisi, özellikle nüfusumuzun büyük bir bölümünü oluşturan genç ve orta yaş grubunu bu konularda iyi eğitmek gerekiyor. Diğer yaştaki kullanıcılar önemsiz demiyorum fakat önce buradan başlanmalı. Dijital teknolojiler, sosyal ağlar, güvenlik riskleri, tehditler gibi çeşitli konularda eğitimlerin sıklaştırılması, bu konuların eğitim müfredatlarında uygun şekilde yer alması gerekiyor. Medya okuryazarlığı dersi bu bağlamda önem arz ediyor. İkincisi ise, yerli alternatiflerin geliştirilmesi. Sadece sosyal ağlar değil, işletim sistemi, arama motoru, ofis yazılımları gibi birçok konuda yerli alternatiflerin geliştirilmesi noktasında milli politikaların izlenmesi gerekiyor. Aksi durumda dünyanı saran bu ağlar sizin kişisel verilerinizi size karşı kullanabilir. Sizin vatandaşlarınızın algılarını yanlış yönlendirebilir. Siyasi tercihlerinizle ilgili dezenformasyon yayabilir. Milli değerlerinizle ilgili yanlış içerikleri kaldırmayabilir.

GENÇLER DİJİTAL YALNIZLIĞA TERKEDİLMEMELİ

Sosyal Medyada bilindik platformların dışında da çeşitli platformlar, sohbet odaları var. Bu platformları kullananların genellikle gençler olduğunu düşünürsek gençlerimizi bu platformlar nasıl etkiliyor?

Sosyal medya denildiğinde herkesin aklına Facebook, Youtube, Twitter, Instagram gibi popüler platformlar geliyor. Fakat sosyal medya her geçen gün gelişen ve çeşitlenen bir platformlar bütünü. Markalaşmış platformların yanı sıra henüz çok kişi tarafından bilinmeyen platformlar özellikle gençler için risk arz ediyor. Her nasıl geleneksel medyada izlenecek televizyon programını seçiyor, okunacak kitap konusunda hassasiyet gösteriyorsak aynı dikkat ve hassasiyeti dijital içerikler ve platformlar hususunda da göstermemiz gerekiyor. Gençlerin zihin dünyasının şekillendiği yıllarda hangi kaynaklardan beslendikleri son derece önem arz ediyor. Bu noktada ebeveynlere, eğitimcilere ve gençlik özelinde çalışan gönüllü teşekküllere görev düşüyor. Gençleri bu platformların girdabına kaptırmamalı, dijital yalnızlığa terketmemeliyiz. Yasaklamak ya da kullanmamak çözüm değil, çözüm dengeli ve bilinçli kullanmaktan geçiyor.