23 Aralık 2020 Çarşamba

Fırtına Sonrası

 


tedirgin sabahlarda çoğalır göğün yüzü
düşümde bir hatmi çiçeği ansızın
çakırdikenleri dalar kalbimi
savruldukça zaman
azaldıkça çoğalan
nârım dağılır ağzımda
dilimde o sessiz ve konuşkan sızı
yakar
dokundukça geleceğin elleri
bir yunus yükselir bilinç okyanusundan:
'mirim' der,
“mirim,
konuşma!”
titreşen sonsuzluğa baktıkça
kehanet gibi tazelenir yalnızlık bilgisi
dayancım sınanır provezza fırtınalarında
'sus!' der dudaklarım
Naime Erlaçin
Ayna İnsan Sayı:8

20 Aralık 2020 Pazar

SİNAN CANAN'LA SÖYLEŞİ

 

Yeni Şafak Pazar'da bu hafta;

Üsküdar Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Sinirbilim Uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan'la bir söyleşi yaptık.

İyi okumalar... İyi Pazarlar


Oldukça farklı yayınlar ve eğitimler geliştirerek tüm dünya insanlarının dikkatini gerçek sorunlarımıza” ve kalıcı çözümlere” çekmeyi merkeze alan  "Açık Beyin" adlı bir merkeziniz var. Öncelikle şunu sormak istiyorum; Bu merkez neyi amaçlıyor, neler yapıyorsunuz?

Böyle bir şeyi kurmaya neden ihtiyaç duydunuz ?

2013 yılından beri neredeyse tüm Türkiye’yi gezerek bilim anlatmaya, insanların meraklarını bilime ve bilmeye yönlendirmeye çalışıyorum. Ülkemizin kurtuluşunun burada olduğuna dair sarsılmaz bir inancım var. Özellikle günümüzde, bilim ve teknolojinin, zihinsel teknolojilerin dünyaya hükmetmeye başladığı bir zamanda, artık başka şeylerle vakit öldürme lüksümüz kalmadığını düşünüyorum. Bu amaçla ne yapabilirim diye düşünüp bu yolu buldum: Her fırsatta insanlara bilimin “kendini bilme ve kendini gerçekleştirme” konusunda bize neler anlatabileceğini açıkça anlatmaya gayret ediyorum. İstanbul’a taşındığım 2016 yılından beri de bu işimi AçıkBeyin altında sürdürüyorum. AçıkBeyin aslında bir eğitim ve danışmanlık şirketi olarak Müge Doğan ile birlikte kurduğumuz bir kurum. Başlangıcından beri her zaman esas gündem olarak, Türkiye ve dünya insanlarına en son bilimsel ve işe yarar bilgileri “açık” bir şekilde aktarmak amacıyla faaliyetlerimizi sürdürdük. Bilimsel terminoloji arasında anlaşılması çok zor olan konuları en anlaşılır ve açık bir şekilde anlatmak her zaman temel hedefimiz oldu. AçıkBeyin’in belki de en önemli farkı, “kişisel gelişim” (soft-skill) veya “teknik beceri” (hard-skill) eğitimleriyle değil, şimdilik sadece bizim temsil ettiğimizi zannettiğim “öz-beceri” (Core-skill) kategorisinde değerlendirilebilecek konularla ilgilenmemiz ve sadece bu alana giren konularda eğitimler geliştirmemizdir aslında. Öz-beceri eğitimleri, insan olmanın maalesef günümüzde kaybolmaya yüz tutmuş esas anlamını hatırlamayı ve muhataplarımızın mesleği, yaşı veya cinsiyeti, düşüncesi, inançları ve siyasi görüşleri ne olursa olsun, yaşantılarımızı bu bilgilerle daha iyi bir yola doğru yönlendirmeye yardımcı olmayı amaçlayan konuları kapsıyor. Hedeflediğimiz en önemli çıktılardan birisi de insanların kendilerini daha önce belki de hiç tanışmadıkları yönleriyle tekrar tanımalarına ve hayatlarındaki kararları daha farklı bakış açılarıyla verebilmelerine yardımcı olabilmek. Tüm anlatılarımız da temelde İnsanın Fabrika Ayarları (İFA) adlı kuramsal açıklamanın üzerine inşa ediliyor.

AçıkBeyin artık Türkiye’nin en büyük bilimsel referans merkezi ve fikri yayın kuruluşu olmak üzere çalışmalarını sürdürüyor. www.acikbeyin.com adresindeki internet sayfamız ve AçıkBeyin YouTube kanalımız başta olmak üzere, ulaşabildiğimiz tüm mecralarda yeni medyanın gereklerine uygun ve bilgilendirici içerikler üretmekle uğraşıyoruz. Devam ettiğimiz kurumsal eğitimlerimizin yanı sıra, özellikle Türkiye’de iyi bir şeyler yapan ve yapmak isteyen herkesin ortak iletişim, irtibat ve referans noktası olabilmek için çalışıyoruz. Şimdilik küçük ama adanmış bir ekibimiz var; yakın bir gelecekte bu ekibin çok daha genişleyeceğinden ve çok daha etkili işler üreteceğinden şüphem yok.


İDDİALI DEĞİL ISRARCIYIZ 

İnsanlık var olandan bu yana benzer sorunlarla karşı karşıya ve bu sorunlar sürekli tekrarlanıyor. Sizler, anladığım kadarıyla insanlığın önündeki ontolojik sorunları aşma yollarını gösterme gibi önemli bir iddiayla yola çıktınız? 

Sizi bu derece iddialı yapan şey nedir?

Aslında iddialı değil ısrarcıyız belki de. Anlattığımız şeylerin önemli ve gündem olması gerektiğinde ısrarcıyız; çünkü günlük çözümler yahut yeni sorunlarla ilgili gibi gözükse de aslında insanlığın kadim dertlerine ilişkin bir dizi çözüm önerimiz var. Bu çözümler sadece bize de ait değil. Dediğiniz gibi, insanlık hemen her döneminde “unutkanlık”tan muzdarip olduğundan hep benzer hataları tekrarlamış. Bunu kadim kültürlerin anlatılarına, dini metinlere, geleneklere, kıssalara, masallara ve benzer anlatılara bakınca rahatlıkla görüyoruz. Günümüzün sorunlarına getirilmeye çalışılan muhtelif bilimsel ve teknolojik çözümler, bu kadim deneyimi görmezden geldiğinde veya oradan faydalanmayı ihmal ettiğinde, sunabildiği çözümler de sınırlı veya daha fazla problem yaratacak kadar yan etkili olabiliyor. Biz farklı bir yaklaşım olarak bilimsel bulgularla kadim deneyimlerimizi yan yana getirmeye çalıştık ve biyolojinin temelini oluşturan evrimsel anlayışla da birlikte, yeni ve kapsayıcı bir açıklama çerçevesi ürettik. Bu çerçeve herkesin hem anlayabileceği hem de uygulayabileceği öneriler sunuyor ve bu öneriler, birey ve toplum sağlığı açısından çok faydalı olabilecek sonuçlar vaadediyor. O nedenle bunları herkese duyurmamız gerektiğini düşünüyoruz. Aslında insana dair tüm sorunlarımızın çözümünün sadece bir bakış açısı değişimiyle mümkün hale gelebileceğini görüyor ve bu bakış açısını da ısrarla anlatmaya devam ediyoruz. Orijinal yahut bizden başka kimsenin bilmediği bir bakış açısı değil bu; belki çok insan biliyor; ama modern yaşamın ezberleri izin vermediğinden hatırlayamıyor ve bu nedenle de hem kendine hem de doğaya ve diğer insanlara zara vermekten kendini alıkoyamıyor.

Yıllar boyunca belli bir konunun detaylarına yeterince kafa yorarsanız, bir aşamadan sonra konu ne kadar çetrefilli olursa olsun, “karmaşıklığın içindeki sadeliği” fark etmeye başlarsınız. Söz konusu olan insan ve insan toplulukları gibi en üst düzeyde karmaşık bir sorun olsa dahi, insan zihninin böyle “çözüm örüntüleri” görebilme kabiliyeti hemen her zaman bunu başarır. Sorunlarımız çok ve çeşitli gözükse de aslında hepsinin bir kaç temel “yanlıştan” kaynaklandığını fark edebiliyorsunuz. Sanırım İFA kuramını yazmama neden olan da böyle bir şey. Tabii ki ben bir fizyolog, bir sinirbilim araştırmacısı ve bir biyolog olarak bakıyor ve cevapları bu alanlardaki deneyimimle bulmaya gayret ediyorum. İşte dışarıdan böyle “iddialı” gözükmem belki de yıllar boyunca benzer sorunlara zaman harcayıp görece sade ve anlaşılır bir çözüm yolu olduğunu fark edince bunu herkesle paylaşma isteğimden kaynaklanıyor. Bu çözümlerin temellerini 3 ciltlik İFA serisinde detaylarıyla ve anlaşılır bir şekilde aktarmaya gayret ettim. Şimdiye kadar okuyan ve bana geri bildirim veren neredeyse herkes, “bunu herkes okumalı, duymalı” mealinde cümlelerle dönüş yapıyor. Aynı fikirdeyim.


EĞİTİM İÇİN TASARLANMAMIŞ 

Dünyada mevcut olan  birçok eğitim sistemi insanların geleceğini teminat altına almaya çalışıyor, ancak görüyoruz ki en iyi denilen eğitim sistemleri dahi insan içindeki boşluğu gideremiyor.

Sizce burada eksik olan ne?

Eğitim, sanayi devrimi ile eş zamanlı olarak belli konularda bilgili veya uzman çalışanlar yetiştirme amacına yönelik kurgulanmış ve bugün gittikçe çağ dışı kalmaya mahkum bir sisteme dayanıyor. Maalesef başka bir alternatif de kolay kolay düşünemediğimiz için aynı sistemi yenilemeye çalışmakla, restorasyon ve reformlarla vakit kaybediyoruz. Eğitimin temel sorunu “insan için tasarlanmış olmaması”dır aslında. Eğitim, güdülenmiş davranışlar, ezber bilgi kalıpları ve edinilmiş refleks davranışlar yüklemeyi hedefleyen bir insan şekillendirme sürecidir. Bir yapay zeka yazılımını böyle bir sistemle çok iyi geliştirebilir ve ustalaştırabilirsiniz; ama insanın bilgi öğrenmek ve öğrendiklerini belirli durumlarda uygulamak dışında çok farklı yetenekleri ve ihtiyaçları vardır. Her insan farklı ve insan yaratıcılığı bireyler adedince çeşitlidir. Merkezi eğitim sistemleri ise tüm öğrencilerin özünde “aynı şey” olduğuna dayanmak zorundadır. Onları yaşlara, cinsiyetlere, ilgi alanlarına ve temel bilgi alanlarına göre gruplandırarak belli bir yöne yönlendirmeye çalışır. Özellikle de günümüzün çılgın bir hızda değişen dünyasında, gelecek 5-10 yıl içinde neler olacağını bile öngöremezken, böyle bir yöntemle “geleceğe insan yetiştirdiğini” zannetmek büyük bir yanılgıdır. Örgün eğitim, hayatın içindeki hacmi hızla küçültülmesi gereken ve ağırlıklı olarak da deneyim ve sosyalleşmeye bağlı bir öğrenme ortamına dönüşmesi gereken bir yapıdır. Covid-19 salgını sonrasında yaşadığımız küresel eğitim krizinin böyle bir dönüşümü, ezber bozacak yeni denemeleri eski duruma göre daha kolay hale getirebileceğini düşünüyorum. Yani eğitim açısından bu dönem bence handikaptan çok fırsat barındırıyor; tabii eğer bunu değerlendirmeye niyetimiz varsa…

 

Dünya teknolojik olarak bir hayli mesafe kat etti ancak bunun aynı oranda insanların mutluluğuna, huzuruna olumlu etkisinin olduğunu söylemek zor. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Az önce eğitim için söylediklerimi teknoloji için de tekrarlayabilirim: Teknoloji aslında “insan için” tasarlanmıyor. İddiası belki öyle ama insan için bir şey tasarlayacaksanız, insanın ne olduğunu bilmeniz gerekir. Maalesef insanlık bir bütün olarak ne olduğunu büyük oranda unutmuş durumda. O nedenle mesela, daha rahat ve konforlu, daha hızlı, daha ucuz, daha marifetli teknolojilerin bize iyi geleceğini düşünüyoruz ama öyle olmuyor. Rahat, konfor, ulaşım kolaylığı ve hareketsizleşme, bizi hasta ediyor, yalnızlaştırıyor. Seçenek çokluğu zihnimizi felç ediyor ama biz süreki yeni seçenekler üretmeden duramıyoruz. Bunların bize neler yaptığı da malum zaten. Eğer insanı doğru bir biçimde anlamaya, ihtiyaçlarını ve sınırlarını gerçekten fark etmeye başlarsak, işte o zaman bilim ve teknoloji politikalarımızı baştan sonra gözden geçirmemiz gerekecek. Bu günün teknolojisi temel amaç olarak insanın hayatını kolaylaştırmak için değil, kar için üretilir. Amaç kar olunca insan ikinci plandadır ve maalesef böyle bir sistem, insanın ihtiyaçlarından önce “zaaflarını” dikkate alır ve kitleleri oradan avlayarak karını artırma yolunu kolaylıkla bulur. Bugün aynen böyle bir döngü içinde bir uçuruma doğru yuvarlanıp gidiyoruz adeta. İFA işte burada da bence çok önemli: Teknoloji geliştiren ve teknoloji politikalarına yön verenlerin bence insanı bir de bu açıdan anlamaya gayret etmeleri, geleceğimizi kurtarmak için çok önemli bir başlangıç noktası olabilir.

Yalnızca zihinlere yönelik değil, sağlık, yaşam, yönetim gibi çeşitli konularda da eğitimler veriyorsunuz. Bu bir ticari kaygı mı yoksa insana yönelik bir bütünsel eğitim faaliyeti mi? Neden eğitim alanlarını bu şekilde çeşitlendirdiniz?

Ticari “kaygı” ifadesini tam anlayamadım ama insanların büyük işler yapabilmeleri için para kazanmaları lazım; AçıkBeyin de zaten bir tarafıyla bir eğitim şirketi. Bu nedenle diğer şirketler gibi ücretli eğitimler de veriyor. Fakat AçıkBeyin’in farkı şu: Neredeyse tüm karını içerik üretmeye ve çeşitli sivil toplum girişimlerini desteklemeye harcıyor. Bu nedenle bütünsel bir eğitim faaliyetini ticari olarak da değerlendiriyoruz. Yapılan tüm yazılı ve görsel yayın içerikleri de bu sayede ücretsiz mecralardan milyonlarca insana ulaştırılabiliyor. Eğitim konularımızın çeşitliliği ise insanın çeşitliliği ile ilgili. AçıkBeyin’de diğer eğitim kurumlarının verdiği eğitimleri pek bulamazsınız. Bizim eğitimlerimiz İFA tabanlı yaşam eğitimleridir. Mesela “liderlik” başlığı bir çok eğitim firmasının kataloğunda yer alır; ama AçıkBeyin’de aynı adlı bir kitaba da konu olan “İnsan Odaklı Liderlik” uluslararası onaylı ve İFA tabanlı bir liderlik modelidir ve temel insanı öz-becerileri geliştirme sürecine odaklanır. Yani eğitimlerimizin aslında her biri, adına İFA dediğimiz kuramsal çerçevenin farklı uygulamaları olarak nitelenebilir.



Çeşitlilik Varsa Yozlaşma Kaçınılmaz 

Bilhassa son yıllarda farklı eğitim metotları, kişisel metotlar, eğitim koçlukları ve benzeri şeyler iyice artmış durumda. Bu ilgi geleneksel bilimin dışına da kayabiliyor. Özetle;  ortada bir eğitim kaosu var. Bu konuda görüşleriniz nelerdir?

İnsanın olduğu yerde çeşitlilik ve buna eşlik eden yozlaşma da kaçınılmazdır. Burada önemli olan, iyi niyetli insanların bir araya gelerek doğruyu temsil etmekten vaz geçmemeleridir. Dediğiniz gibi eğitim piyasası bir çok kötüye kullanım örneğiyle dolu. Mesela koçluk dediğimiz meslek, bazı kötü uygulamaları nedeniyle ismine şüpheyle yaklaşılan alanlardan birisi. Ben bu konuyu ilk duyduğumda formel bir koçluk eğitimine sahip değildim fakat incelediğim zaman koçluk (coaching) olarak bildiğimiz mesleğin sınırları son derece iyi çizilmiş ve son derece faydalı bir uygulama olduğunu anladım. Kötü örneklerle bir konuyu değerlendirip göz ardı etmek yerine doğrusunu öğrenmenin önemine inananan birisi olarak bu konuyu da AçıkBeyin’in ana konularından birisi yapmaya karar verdim. Mesela önümüzdeki dönemlerde sinirbilimsel yaklaşımla uluslararası akreditasyonlu yeni bir koçluk okulu tasarlama yönünde çalışmalarımız bile var; yani bu konuyu geliştirerek istifadeye sunmak istiyoruz. Faydalı bir modelin sırf imajı kötü diye yitirilmesi benim içime pek sinmiyor.

Son olarak, bazı ilgi veya eğitim alanlarının geleneksel bilim anlayışının dışına kaymasında bence bir sorun yok. Esas sorun, bilimi bağlamından çıkartarak, insanlara bilim adı altında temelsiz fikir ve ideolojilerin dayatılmasıdır. Bilim tek başına dönüştürücü ve aydınlatıcı bilgi vermekten uzaktır; zira işi bu değildir. Bilimsel bilgi ancak “yorumlanırsa” işe yarar ve yaşamda uygulanabilir bir deneyime dönüşebilir. Ama bu yorumların makul olabilmesi için o yorumları yapan insanların sadece bilimsel yeterliliğe değil, bir yaşamsal deneyime de sahip olması gerekir. Bilimsel bir kaç terimi dini yahut yeni dalga bir takım havalı terimlerle birleştirmek, gizemli bir hava vermek, maalesef tasavvuf gibi, kuantum fiziği gibi alanları bağlamlarının çok dışında mesajlar için araçsallaştırmak, geçici bir süre insanlara ün sağlayabiliyor. Bizim işimiz, bu bilgi ve yorum kirlenmesinin arasında temiz ve güvenilir bir referans olabilmek. Bunun kitabi bir ölçüsünü bulabileceğimizi düşünmüyorum. Zaman, kimin daha faydalı ve dönüştürücü anlatılar üretebildiğini gösterecek en iyi hakem olacaktır kanaatimce.


BEYİN VE ZİHİN EVRİMİ 

Kısaca İFAolan “İnsanın Fabrika Ayarları’ dediğiniz eserleriniz özü itibarıyla  neyi anlatıyor? Bu eserleri okuyan okuyucunun zihninde, iç dünyasında nasıl bir değişim söz konusu olabilir?

İFA, insanı, 3.5 milyar yıllık canlılık tarihinin özel bir meyvesi olarak, beyin ve zihin evrimini merkeze alan bir tanımlama çabasıdır. Bu tanımlama, binlerce bilimsel yayınla desteklenen ve artık bilimsel ve mantıki anlamda neredeyse kesin olarak emin olduğumuz bir takım gerçeklerin tek bir açıklayıcı çerçeve halinde birleştirilmesinden oluşuyor. Bilim dünyasının yüz yılı aşkın süredir biriktirdiği ve özellikle son bir kaç on yılda katlanarak artan çok sayıda deney, gözlem, araştırma ve analiz sonuçlarının bir özeti olan İFA, aynı zamanda bilimsel bilgilerimizi destekleyen kadim bilgeliğimizin ipuçları ile de sınanarak seçilmiş iddialardan ve çözümlerden oluşuyor. Bu anlamda İFA, aslında insanın ne olduğunu bütüncül olarak yeniden tanımlamayı ve tarif etmeyi amaçlayan bir teorik çerçeve, yani teoridir. Modern medeniyetin içine doğmuş ve neredeyse tamamen insan yapısı bir çevre ve kurallarla çevrelenmiş insanın unuttuğu yahut unutmaya yüz tuttuğu beden ve zihin özelliklerini tekrar hatırlatma ve bu sayede de hayatımızda yaşadığımız hemen hemen tüm temel sorunların çözümlerine dair öneriler getirmeyi amaçlayan kapsayıcı bir izah çabasıdır. Canlıların yapısı nesiller boyunca belirgin değişimlere uğrar; evrimsel biyoloji bize bu değişimlerin mekanizmalarını açıklamaya yönelik olarak çalışır. Bu alanın bize gösterdiği temel kurallardan birisi, canlıların nesiller boyunca gösterdikleri değişimin çok yavaş bir süreç olduğu ve çoğu zaman “milyon yıl” mertebelerinde ancak belirgin bazı değişimlerin ortaya çıkabildiğidir. İnsan ise ilk halinden bu güne kadar en fazla 300 bin yıl gibi bir süredir burada gibi görünüyor. Yani bedenen ve zihnen bize benzeyen atalarımız, sadece 300 bin yıldır dünya üzerindeler. Fakat modern insanın bir kaç yüzyıllık tarihi de düşünülünce, insan neslinin yaşadığı değişimler, kendi çevresini değiştirme düzeyi inanılmaz bir hız ve değişkenlikle devam ediyor. Yaşadığımız çevreyi inanılmaz bir hızda değiştiriyoruz ama temel biyolojik ve psikolojik özelliklerimiz neredeyse yüzbinlerce yıldır aynı. İşte yeni çevremizle bu kadim “ayarlarımız” arasındaki uyumsuzluklar, bugün neredeyse bildiğimiz tüm sorun ve hastalıklarımızın temel kaynağı. Bu uyumsuzluğu anladığımız zaman, kendimiz için “ayarlarımıza daha uygun” bir yaşam kurmanın yollarını da kolaylıkla keşfetmeye başlıyacağız diye inanıyorum.

Dolayısıyla İFA öğretisini inceleyen bir çok okurumda gördüğüm üzere, İFA teorisi kapsamındaki bilgiler, gayet ikna edici bir şekilde yaşamımızda çeşitli değişiklikler yapmamız gerektiğini bize gösteriyor. Bence en özel tarafı da şu: İFA’da öyle genel geçer formül ve tarifler yok. Bunun yerine İFA bizi, kendimizi anlamak için bir zihinsel mesaiye davet ediyor ve çözüm yollarını kendimiz keşfedelim diye cesaret vermeyi amaçlıyor.

Son sorumu da koronavirüs ile ilgili sormak isterim: Virüslerle insanın düşüncesi,  daha doğrusu yaşam biçimi arasında bağ kurulmakta ve virüsleri kendi elimizle var ediyoruz denmekte. Siz bu yaşanan pandemiyle ilgili neler düşünüyorsunuz?

Yaşadığımız bu pandemi süreci kesinlikle çok özel bir dönem. Benim açımdan İFA’da anlatmaya çalıştığım hemen her şeyin bire bir uygulamalı olarak gözlemlenebileceği ve oradan alacağımız ipuçlarını hayatlarımıza çok daha belirgin bir şekilde uygulayabilmemize imkan veren bir dönemdeyiz. Öncelikle aslında oldukça basit bir virüs enfeksiyonu nedeniyle tüm dünyada insanlığın durma noktasına gelmesi gerçekten çok garip. Böyle bir durumu hiç kimse ön görememişti. Bunun nedenlerine baktığımızda ve neden tabiattaki diğer canlıların böyle bir kriz yaşamadığı gerçeğiyle bir karşılaştırma yaptığımızda, Covid-19’un insanlık üzerine bu derece derin etkiler yapmasının büyük oranda insanlığın seçtiği yaşam tarzıyla ilgili olduğunu fark ediyoruz. Sıkışık şehirlerde milyonlarca bireyin birlikte yaşamaya çalıştığı, en temel ihtiyaçlarımız için bile hiç tanımadığımız bambaşka insanlara pek uzun ve masraflı tedarik zincirleriyle bağımlı olduğumuz, sağlığımızı hastanelere ve ilaçlara endekslediğimiz, en temel üretim ve hayatı idame becerileri açısından derinlemesine cahilleştiğimiz, günlük rutinlerimize neredeyse komada bir hasta gibi bilinçsizce gömülüp bilinç dışı bir yaşama kapıldığımız bir vasatta, Covid-19 bizi tabiri caizse darmadağın etti. Bu enfeksiyon aslında insanın bağışıklık sisteminden çok tercih ettiği medeniyet sistemini çökertti. Eğitim, sanayi, ekonomi, beslenme, sağlık ve diğer tüm alanlar son derece beklenmedik bir derinlikte etkilendi. O kadar ki, bugün bu enfeksiyon yeryüzünden silinse bile bizde köklü bir değişime ve ayılmaya sebep oldu diye düşünüyorum. Elbette bundan sonra bir ütopya veya aydınlanma bekliyor değilim; ama böyle bir deneyim, umuyorum hem bireysel hem de toplumsal olarak insanların yaşam tarzlarını bir kez daha gözden geçirmesine vesile olsun.


Semiha Kavak

YENİ ŞAFAK PAZAR

 https://www.yenisafak.com/hayat/egitimdeki-handikapi-firsata-cevirmeliyiz-3590347


9 Aralık 2020 Çarşamba

Issız

 

"gel içimin saatini yeniden kur
ikimiz için başka rüya bulalım
orada ölümün rüzgarı esmesin hiç
senin olduğun yerden doğar
esrik bir düşün en güzel günü
bilirim yıldızları söndürür terk etmenin hüznü"


HECE ARALIK 2020

 


HECE Aralık Sayısı okurların huzurunda. Bu sayıda “İslam Sanatında Aşkınlık” başlıklı bir deneme yazım var.

İyi okumalar...

22 Kasım 2020 Pazar

LAMENT

 

görkemli yenilgileri uzak kıtaları unut
unut aşındırdığımız eşikteki ricayı
nasılsa her aşk 
hayatın bir yerinde sonbahar...

Kedi Güzü - Ö.Turan


DOĞAN CÜCELOĞLU İLE SÖYLEŞİ

 

Yeni Şafak Pazar'da bugün Profesör Dr. Doğan Cüceloğlu ile konuştuk. 

Niyetinin saflığını, hayatının anlamını keşfetmiş insan en sıkışık zor zamanlarda bile şükür duygusu içindedir. Onların aile hayatının doyumu içinde bulunduğu koşullardan ötesinde kendi aralarında kurdukları ilişkinin ahenginden kaynaklanır.

 

Günümüzde evlilikler eskiye göre ciddi değişimlerden geçti, gençler genelde birbirini tanıyarak evleniyor ancak yine de genç eşlerin çeşitli sorunları var.

Gençlere ideal bir evlilik için neler önerirsiniz?

İdeal evlilik ideal insanlar arasında olur. Ve böyle insan yok. İdeal evlilikten ziyade “sağlıklı ve keyifli bir evlilik” aramak daha anlamlı olur. Evlenmeden önce kendini ve ekibini tanımak önemlidir. Sağlıklı bir evliliğin yapı taşlarının önce kendi özümüzü ve değerlerimizi, daha sonra evlenmeyi düşündüğümüz kişinin özünü ve değerlerini tanımaktan geçtiğine inanıyorum. Evlilik sadece iki birey arasında yer almıyor, kız tarafı ve oğlan tarafı da yeni kurulan ekibin gizil parçası olarak ister istemez ilişkinin içinde oluyor. Bugün belki görücü usulü evlilikler kalktı ve gençler görünürde birbirini tanıyarak evleniyor ama tanıma sürecinde neye bakılıyor, hangi noktalar dikkate alınıyor? Kaç kere kendimizi “ben onu değiştiririm” diye düşünürken buluyoruz, ya da içinden geldiği aile kültürünün, değerlerinin, inançlarının ne kadar farkındayız; bu inanç ve değerler benimle ne kadar örtüşüyor? türünden sorular önemli.

 

Bu sorulara gereken önem veriliyor mu? 

Bu sorulara gerekli önem verilmiyor ki boşanmalar gün geçtikçe artıyor; üstelik bu boşanmaların büyük bir kısmı da evliliklerin ilk beş senesi içinde, duygu yoğunluğu geçip kişilerin iki yabancı olarak kalakaldığı dönemde, gerçekleşiyor. Evlenmeden önce bu soruların üzerinde durmanın evliliği sürdürebilmenin anahtarı olacağını düşünüyorum. “Evlenmeden Önce” isimli kitabımda bu konuları oldukça ayrıntılı irdeliyorum.

Çocuk Yetiştirmek Bir Ekip İşidir

 

Yaşam şartları eşleri çalışmaya zorluyor ve çocukların anneleriyle birlikte olduğu süreler azalıyor. Bu durum çocuklar üzerinde nasıl etki bırakıyor?

Bu konuda ailelere düşen görev nedir?

Çocukluk insanın anavatanıdır ve çocuk yetiştirmek bir ekip işidir. Çocuk doğmadan bilinçli hazırlanmak gerek. İlk üç yıl çok önemlidir. Mümkünse çocuğun ilk üç yılı anneyle ya da anneye en yakın duygusal sıcaklığı verecek biriyle geçirmesi sağlıklıdır. Yetişkin hayatta kendini gösteren birçok duygusal ve davranışsal sorunlar çocuğun bu dönemde duygusal bağlanma sorunları yaşamasından kaynaklanmaktadır. İlgilenen okurlar “Geliştiren Anne Baba” ve “İçimizdeki Çocuk” kitaplarımda bu konularla ilgili ayrıntılı bilgi bulabilirler.

 

Duygu Yoğunluğunun Azalması En Temel Unsur

 

Ailelerde boşanmalar artıyor. Tespitlerinize göre boşanmaları tetikleyen, onlara yol açan nedenler neler?

Aslında birinci soruyu yanıtlarken boşanmaya yol açan nedenlere de biraz değindim. Bu soruya genellikle verilen yanıtlar; kadının iş yaşamına girmesi, hayat şartları, ülke ekonomisi, evlilikten beklentilerin farklılaşması, tek ebeveynli aile modelinin özendirilmesi. Şüphesiz, hepsinin belli dozlarda etkisi vardır, ki araştırmalarda var olduğunu gösteriyor. Ancak, boşanmaların çok büyük bir kısmının evlendikten sonra ilk beş sene içerisinde gerçekleştiğini göz önünde bulundurursak bu sayılan nedenlerin her birinin büyük resimde küçük bir paydayı kapsadığını düşünüyorum. Boşanmaya yol açan nedenlerin en başında birey olarak kendimizi, değerlerimizi, duygularımızı ve beklentilerimizi tanımamamızın geldiğini düşünüyorum. Bir birey olarak ben kimim? Temel değerlerim ne? Bu hayatta kendim ve ailem için hayallerim, istediğim ne? Değerlerim benim değerlerim mi? Defolu yönlerimin farkında mıyım? Duygularımın farkında mıyım? Her şeyden önce benim kendim olarak bu sorulara anlamlı cevaplar verebiliyor, yaşamda kendim olarak varım, ben bir şahsiyetim diyebiliyor olmam lazım. İkinci olarak; evlenmeyi düşündüğüm, ilişki içerisinde olduğum kişiyi de gönlümde bu sorular rehberliğinde tanımaya açık olmam lazım. Yani hem kendime hem de karşımdakine karşı dürüst olabilmişsem; tanımak için emek vermişsem, karşımdaki insanın özünü görüp sevmiş ve güvenmişsem evliliğin çok daha temel taşlar üzerine kurulabileceğini düşünüyorum. Duygu yoğunluğu zaman içinde azalınca aynı evde iki yabancı olarak kalmalarının boşanmayı tetikleyen temel unsur olarak görüyorum.

 

“Niyetin Saflığı”

 

Huzurlu bir aile yaşamı için neleri önerirsiniz?

Huzurlu bir aile yaşamı için eşlerin bedenleriyle, duygularıyla, akıllarıyla, ilişkileriyle ve inançlarıyla sağlıklı bir uyum içinde olmasını öneririm. Kendi içinde kendiyle uyumlu olmayı başaramamış bir birey bir başkasıyla ilişkisinde nasıl uyum içinde olacak? Burada benim “Savaşçı” kitabımda önemle üzerinde durduğum “niyetin saflığı” kavramıyla tanışmak gerekiyor.

Biraz açar mısınız?

 

Niyetinin saflığını, hayatının anlamını keşfetmiş insan en sıkışık zor zamanlarda bile şükür duygusu içindedir. Onların aile hayatının doyumu içinde bulunduğu koşullardan ötesinde kendi aralarında kurdukları ilişkinin ahenginden kaynaklanır.

 

Nasihat Edilen Değil Yaşayan Değerler

Toplumsal sorunlarımızın giderilmesi ve sağlıklı bir toplum yapısı için eğitim ne derece önemli, iyi bir eğitim için işe nereden başlamalı ve ne gibi şeylere öncelik verilmeli?

Her çocuk muhteşem bir potansiyel olarak doğar. Her biri doğuştan potansiyel bir bilim insanı, filozof, sanatçı. Aile olarak, eğitimci olarak bu potansiyelin anlamını bilmemiz önemli; bu bir. İkinci önemli konu değerler konusu: Çocuğun içinde yetiştiği aile ve eğitildiği sınıf ortamında hangi değerleri yaşatıyoruz? Konuşulan, nasihat edilen değil, yaşayan değerlerden söz ediyorum. Mesela çocuğun gelişimine mi değer veriyoruz yoksa onun malumat öğrenip sınavda başarılı olmasına mı? Saygı, sevgi ve dürüstlük yaşayan değerler mi? Yoksa korkutma, tahakküm ve çocukları bir araç olarak kullanma mı hâkim? Farkında olsak da olmasak da toplum olarak geleceğimizi bu iki ortamda yaşattığımız değerler belirliyor. Bir çocuğun potansiyelinin gelişmesinde anne babadan sonra en büyük rol öğretmenin. Bugün belli alanlarda bir yerlere gelmiş insanlara sorsan her biri hayatında etkili olmuş bir öğretmen olduğunu söyler. Öğretmenin gücünü iki kitabımda anlattım: “Öğretmen Olmak Bir Cana Dokunmak” ve “Öğretmenim Bir Bakar mısın?” Öğretmenlerimizi güçlendirip geliştirmeye öncelik vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bana göre en etkili yol bu olur.

 

Sizce mutluluğun anahtarı nedir? Mutlu olmak için bireyin, ailelerin, toplumun üzerine düşen şeyler nelerdir?

Son elli yılda mutlulukla ilgili çalışmalar gösteriyor ki, hangi toplumdan olursa olsun insan mutluluğunu belirleyen 7 temel faktör var. Önem sırasına göre bunlar: 1- Sağlıklı bir yuva; 2- Geçimini sağlayacak güvenilir bir gelir; 3- İçine sinen, anlamlı bulduğu bir iş; 4- Kendine yakın hissettiği dostlar; 5- Sağlık; 6- Kendini özgür hissetme; ve 7- Kendine yol gösterecek manevi değerler. Artık okur kendisi karar versin, hangi etken üzerinde gücü var ve ne yapabilir? Bu konuları “Gerçek Özgürlük” kitabımda irdeliyorum.  


Semiha Kavak

Yeni Şafak Pazar Eki



18 Kasım 2020 Çarşamba

Bir Başkadır


Bu aralar çok konuşulan ve içime fenalık getiren çok açılı dizi, "Bir Başkadır"ı izlerken, aralarda filmin (yabancı) müziklerini duyunca şaşırdım. Bloğuma eklediğim müziklerin hemen hemen hepsi dizinin içinde yer alıyordu. Benden aşırmışlar kesin dedim :) Tevafuk bir olur, iki olur, beş olur mu?

Olur mu olur... Kimbilir?

Latife bir yana, son zamanlarda gözlemlediğim, dizilerdeki psikolojik ağırlık, terapiler kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Anlatılırken anlamayı daha iyi sağlayabilir belki bu. Dizi geniş açılı bir kimlikler yelpazesi. Merkezde Meryem'in yer aldığı. Bütün önyargıları ve çelişkileriyle doğrudan bir yaklaşımla anlatılmış. Farklı açılarla insanların ruhsal açmazlarının ele alındığı dizi belki daha gerçekçi düşünmeye vesile olabilir bu terapilerle. Ve psikolojinin ortaya çıkardığı kaçınılmaz gerçek, aynîleşme giderek çoğalıyor. Böylelikle aynileşen toplumlarda bu türden dizilere ilgi de artıyor.

Hayat tekerrürden ibaret...

'Her şey "bir başkadır" sanırız ama aslında her şey bir tekrardır.'





16 Kasım 2020 Pazartesi

ENDÜLÜS


DÜNYANIN İNCİSİ ENDÜLÜS

Endülüs denince Müslümanlar olarak ‘ah’ çekip, iç geçiririz. Zira Endülüs sadece bir coğrafyanın Müslümanların elinden çıkışını değil, aynı zamanda bir medeniyetin de yok oluşunu getirir akıllara.

Emevi Devletinin hikayesi Emevi ailesinden bir gencin zorunlu göçüyle başlar. “8. yüzyılın ortalarında bir gün Abdurrahman adında gözü kara bir delikanlı İslam’ın yakın Doğu’daki kalbi Şam’daki evini terk etti ve sığınacak bir diyar bulma umuduyla Kuzey Afrika çöllerini arşınlamaya başladı. Abdurrahman Müslümanları ilk kez Arabistan çöllerinin dışına çıkarıp Bereketli Hilal’in zengin kültürleri ile tanıştıran iktidardaki Emevi Hanedanlığına mensuptu.”
Abbasilerin, Emevî hanedanına son vermesiyle Emevi sülalesinden gelen Hişam'ın torunu Abdurrahman, İspanya'ya giderek burada 756 yılında Endülüs Emevi Devleti'ni kurdu.

Endülüs adı bugün Portekiz ve İspanya sınırları içerisinde olan, Batı’da Atlas Okyanusu, Doğu’da ise Orta Asya'ya uzanan İber Yarımadası'nın Müslümanlar tarafından egemenlik altına alınması sonucu ortaya çıkmıştır. Devletin merkezi olan Kurtuba zaman içinde bölgenin en önemli kültür ve sanat yeri haline geldi. Merkezde kurulan kütüphane, medrese ve camiler burayı bir ilim ve sanat yerine dönüştürmüştü. Buradaki 400 bine yakın el yazmasına sahip olan kütüphane birçok gelişmeye öncü oldu. Müslümanlar burada birçok medrese ve cami inşa ederek İslâmın o coğrafyada kök salmasını sağladı. Bu zengin kültür dokusu Rönesans'ın doğuşuna da zemin hazırlamış pek çok Avrupalı gezgin ve ilim insanı İslam medeniyeti ile tanışmıştır.

Devletin ilk hükümdarı ve kurucusu olup Franklara karşı başarılı mücadeleler veren ardından da Abbasiler ile mücadeleye girişen ve sonunda İber Yarımadası'nda egemenlik kuran I.Abdurrahman'la başlayan Emevi Hanedanına mensup Müslümanların  Endülüs’teki parlak devirleri  çağa damgasını vuracak türdendi.

Oldukça uzun bir dönem varlığını koruyan Endülüs Emevi İslâm Devleti 1031-1090 yılları arasında çöküşe geçti. Âmiriler Dönemi'nin son hanedanı IV. Abdurrahman'ın başarısız politikaları devlet otoritesini zayıflattı ve devletin sınırları içerisinde bulunan pek çok şehir bağımsızlıklarını kazanmak adına iç isyan çıkardı. İç karışıklıklar ve dış saldırılar nedeniyle Endülüs Emevi Devleti parçalandı. Yerine ise sayıları 15'i bulan küçük uydu devlet ( tavaif-ül mülk ) kuruldu. Bunlar içinde en önemlisi Ben-ül Ahmer devleti olup, 1492 yılına kadar varlığını sürdürdü.

Ortaçağ kültür ve tarihi çalışmalarının tanınmış ismi Maria Rosa Menocal’in “Dünya İncisi ENDÜLÜS” adlı eseri tarihin unutulmayan bu medeniyetini ve sonrasını ele alıyor.


Bu kitapta anlatılanlar Müslümanların bu muhteşem döneme çok daha fazla ilgi göstermesi gerektiği gerçeğini ortaya koyuyor. Zira, Endülüs Emevi İslam Devleti, yedi yüz küsur yıl boyunca İslam’ın Avrupa’daki bir devleti olarak tarihe adını yazdırdı. Bu sürenin 624 yıl hüküm süren Osmanlı Devletinden daha uzun bir süre olduğunu düşünürsek buradaki devlet yapılanmasının ne derece güçlü olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Eğer, Emevi Devleti Avrupa’da günümüze dek tutunabilseydi belki de dünya tarihi yeniden yazılırdı.

Farklı dil, din, mezhep ve etnisitelerin Endülüs’te hoşgörü içerisinde asırlarca bir arada yaşamasının derinliklerinin ortaya çıkması aynı zamanda İslam’ı ve Müslümanları barbar göstermeye çalışan Batı’ya bir cevap niteliği taşır. Bunun yanısıra burada ortaya çıkan medeniyet Orta Çağ’ı karanlık çağ olarak değerlendirenlere gerçeğin hiç de öyle olmadığını anlatır.
“Orta Çağ’ın nispeten geri kalmışlığıyla ilgili basma kalıp fikirlerimizden mi yoksa kültür, din ve siyasi ideolojinin iyi kötü bir insicamının olmasını beklediğimizden midir bilinmez, Endülüs kültürünün ardında bıraktığı kalıcı izleri, Sevilla’daki Aziz Ferdinand’ın kabri gibi eserleri gördüğümüz zaman afallıyoruz. III. Ferdinand, Granada hariç kalan tüm İslam topraklarını fetheden Kastilya Kralı olarak tarihe geçti ama kabrindeki kitabeler, Latince ve Kastilyaca, Arapça ve İbranice dillerinde yazıldı. 
İlk kez Endülüslüler tarafından sanata dönüştürülen köklü karmaşık ve karşıt kimlikler tasavvuru, nihayetinde Endülüs dünyasının ve modern İspanya’nın coğrafi sınırlarının çok ötesini, Avrupa’nın büyük kısmını şekillendirdi.”

Abbasilerin Emevileri tahttan indirmesi ve aralarındaki savaşta Emevilerin yenik düşmesi Emevilere Endülüs’ün kapısını açtığı gibi, birbirlerine rakip bu iki hanedanın rekabetlerini başarı için kullanmalarını da sağladı. Abbasiler önce Şam’da sonrasında ise yerleştikleri Bağdat’ta dillere destan bir medeniyeti oluştururken, Emeviler de Endülüs’ü Avrupa’nın ilimde, bilimde, sanatta cazibe merkezi haline getirdiler ve burada çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı bir toplumsal yapı geliştirdiler.

“Yunan felsefe ve bilim metinlerinin tercümesi için muazzam maddi ve dini insan kaynağı ayıran Abbasiler gibi Emeviler de takva ve dini kurallara harfiyen uyma ile entelektüel ve “seküler” hayat ve toplumun birbirine zıt görülmediği bir islam alemi inşa etti.”

Ama ne yazık ki, her iki İslam devletinin çöküşüne  giden yolda yine iç çatışmalar, kavgalar rol oynadı. Birçok şehir iç savaşlar neticesinde harabeye döndü ve inşa edilmiş olan birçok eser bu çatışmalar nedeniyle yok oldu. Bunlardan biri de Medinetü’z Zehra idi: “Emevi halifeleri, son yıllarda korkunç bir kargaşanın hüküm sürdüğü büyük başkentlerinden uzakta, Medinetü’z Zehra’da yaşıyordu. Bu sarayın muazzam ihtişamı, kiralık Berberi askerler ve Endülüs’teki Kuzey Afrikalı yabancılar için yok edilmesi gereken eski düzenin vücut bulmuş haliydi…Bu yabancı Müslüman askerlerin Emevilere ve hanedanın simgelediği her şeye karşı duyduğu derin hınç, olayların sarayın yıkılmasına kadar varmasına neden oldu. Askerler işlerini bitirdiğinde saraylar, havuzlar ve harikalardan oluşan koca bir şehir yerle bir olmuştu.”
“Endülüslerin kendi aralarındaki iç çekişme ve ihanetler, Frenklerin güneydeki topraklara açılmasına fırsat tanıdı. Abdurrahman, 756 yılında tahta çıktığı ilk günden beri kendinden önceki valilerin hatalarını tekrar etmemeye ve Endülüs’ün kısa tarihinin büyük kısmını şekillendiren kargaşayı ortadan kaldırmaya kararlıydı. Berberililer ile Suriyeliler arasındaki rekabetin, devletin genişlemesine ve refahına engel olacağının farkındaydı.

Ancak, tarih boyunca süren bu iç çatışmalar ve kavgalar nedeniyle birçok İslam devleti gibi bu iki devlet de aynı akıbeti yaşayarak tarihe karıştı.

Yazar, kitabında Endülüs medeniyetinde farklı milletlerinin birbirlerine yakınlık sağlayan kültürel benzerliklerinden  yola çıkarak kurulan medeniyetin şifrelerini çözmeye çalıştığı gibi, çözülmelere ve çöküşe giden aşamalara da dikkat çekiyor; “9.ve 10. Yüzyıllarda Dar-ül İslam; Arapça konuşan, kültürel ve entelektüel bakımdan zengin ve rengarenk bir dünyaydı. Emevi görüşü de bu zemin üzerine inşa edilmişti. Endülüs dünyası, Yahudi toplumu için sadece teknik ya da dilsel anlamda erişilebilir bir yer değildi. Kimliklerinin hayati bir parçasını oluşturuyordu ve bu durum hiçbir surette Yahudiliklerine aykırı değildi. Ülkedeki yaygın kültür de Yahudilerin varlığı ve çalışmalarından nasibini aldı.” “ziyadesiyle Araplaşmış Yahudiler, İbraniceyi Endülüs’te yeniden keşfedip dillerine hayat verdiler. Hıristiyanların, entelektüel felsefe tarzından camilerin mimari şekillerine kadar neredeyse tüm yönleriyle Arap tarzını sahiplendikleri yer, yine Endülüs’tü.”

Menocal’ın geçmişi günümüze taşıyarak resmettiği bu kitap kökleri bizim Yakın Doğu adını verdiğimiz bölgeye ve yedinci yüzyılın ortalarına dayanan bu beklenmedik gelişmelerin Avrupa tarihi ve medeniyetinin seyrini ne kadar derinden etkilediğini gözler önüne seriyor.


Sürükleyici bir roman tarzında kaleme alınmış olan kitap öğretici olduğu kadar tarih boyunca Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflarının nelere mal olduğunu da ortaya koyuyor.


Semiha Kavak

YENİ ŞAFAK KİTAP - Kasım 2020

 https://www.yenisafak.com/hayat/enduluse-selam-olsun-3575151?fbclid=IwAR1ZoSwhLupRzQBPv_jtjqVvZ28kr6LOy01i6qnECPoSxvXNh0INj_Wsugg

 


15 Kasım 2020 Pazar

18 Ekim 2020 Pazar

MİM KEMAL ÖKE İLE SÖYLEŞİ

 


Önemli bir hayat tecrübesine sahip olan ve çok yönlü kişiliği ile tanınan tarih ve siyaset bilimcimiz Profesör Dr. Mim Kemal Öke ile korona öncesi ve sonrasını, filmlerini, tasavvufu konuştuk. Bir eğitmen olan Öke, sürecin eğitime etkisini değerlendirdi. 

 

Yıllardır ekranlardan uzaktınız ancak güzel bir filmle, "Dilsiz"le yeniden izleyicilerle buluştunuz. Bununla ilgili nasıl tepkiler aldınız,  ne gibi duygular yaşadınız?

 Ekranlardan uzaktım, evet. Dinlendim. Dem’lendim herhalde. Aslında ‘drama’yı severim. Tiyatro tutkumdur. Lise, üniversite yıllarımda çok oynadım. Hatta İngiltere’de drama okumayı bile düşlemiştim. Sonra nereden çıktıysa (gülüyor) şu siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler okumak?! Hoş koronadan önce tek kişilik piyesle sahnedeydim: “Baba, sana bir masal anlatayım mı?” Nazlı’nın dilinden bir engelli bireyin öyküsünü, kızımla yaşadıklarımı aktarıyorduk.

Malum, durduk.

Sinema filminde oynamak… Hayal bile edemezdim. Mevlevi bir hattatı oynadım, “Dilsiz”de. Maceraperest ruhlu olduğum için, yönetmenimizin teklifine hemen evet dedim. Sonra panikledim; nasıl altından kalkarım diye. Ama, ‘asıldım’ işe. Ciddiyimdir. Disiplinli. Sonunda şükür herkes hoşnut kaldı rolümden. Semih Kaplanoğlu beyden bile ‘Aferin’ aldık hani.

 

Bu tür şeylerin devamı gelecek mi?

 

Tabii ki devam ettirmek isterim. Zaten iki film teklifi geldi. “Pause 2020”yi çektik. Tekliflere açığım (gülüyor)  Ama gönlüm tarihi dizilerde. Tarihçiyim, ezelden, meslekten. Ee, bir de çocukluk var serde. Oynatın gayrı beni bir menkıbede. At da binerim, kılıç da savururum yani…



 TASAVVUF MUHABBETİ SUNAR

Tasavvufa ilginiz var. İnsana manevi olgunluk kazandırmayı amaçlayan tasavvuf ve mevlevilik bu dönemde insanı nasıl bir içsel yolculuğa çıkarıyor? Sizce tasavvuf günümüz toplumuna neler kazandırabilir?

 

Tasavvuf… 30 yıldır bu ummanın içindeyim. Ne var ki, günümüzde maalesef cemaatler, tarikatlar, hatta dinin ta kendisi bazı mensuplarının yanlışları nedeniyle eleştirilmeye başlandı. Hatta, soğudu insanlar… O nedenle tebliğ değil, önce temsil devri diyorum. Tasavvuf kâmil insan yetiştirmeye taliptir. Akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim insanı. Günümüzün giderek koflaşan, kabalaşan, hatta nefretle dolan beşer’ini “medenî” kılmak için tasavvuf biçilmiş kaftandır diyeceğim, demek istiyorum.

İnsanlığın cinnet geçirdiği, kötülüğün arttığı, bencilliğin azdığı, sapıklığın nerede ise norm haline geldiği şu çağda şifadır tasavvuf. Safadır ruha…

Sevginin cemresini atar yüreklere.

Süfli’den Latif’e taşır bizleri.

Ancak, bu kadar çok postmodern mürşidin olduğu bir zamanda halvet farz oldu diyesi geliyor insanın içine.

Korona bir eşik sunuyor. İnsanlar “sonlama” mantalitesi ile, ya ne yaparsam kârdır diye her günahı meşru hale getirecekler, ya da ibret alıp, haydi nefsimizi tezkiye etme zamanıdır diye kendilerini murakabeye sokacaklar.

İşte, tasavvuf, muhabbeti sunar.

Lakin, şu ‘muhabbetizm’in tadı kaçırılmamalı. Sulandırılmamalı. İçi boşaltılmamalı. O nedenle, tasavvuf ehil olmayanlara sorulmamalı. Devir, sadece iyiliğe çağrı olsun.


BİLİMİ TELAFİ ETMEK ZORDUR

Dünya koronavirüs salgınının kıskacı içinde. Salgın her şeyi olumsuz etkiledi. Belki de en olumsuz etkisi eğitim alanında. Siz bir hoca, bir eğitmen olarak bu sürecin eğitime etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Koronavirüs, yaptı yapacağını. Eğitim-öğretim kepenkleri kısmen indirdi. Evet, ama her zaman derim, bu iş sadece okulla sınırlı görülmemeli. Aileler zaten bu süreçte olmalıydılar hep. Uzaktan yapılıyor. Buna da şükür. Ama, yine arz ediyorum, öğrenci de okuma heveslisi olmalı. ‘Okula bağımlılık’ ne veliler ne de evlatları nezdinde bir husus olmamalıydı.

Uzaktan eğitim, tabii ki arzulananı vermez. Donuktur, soğuktur. Hele üniversite koşullarında. Üniversite dersane değildir. Spordur, sanattır, kulüplerdir. Bir özel sosyalleştirici, kültürleştirici havzadır. Ve bence de asıl önemli olan budur.

Bu kesildi, alındı hayatlarımızdan. Öğrenci ne kadar hocasına muhtaçsa, hoca da öğrencisine muhtaçtır.

Salgın biter. Devam edersiniz. Ama bilim öyle değil. Onu telafi etmek zordur. Ye’is yok, yine de. Vallahi ben derslerimi iyi hazırlardım. Uzaktan’ı da cazip kılmak için videoları, vd malzemeleri de devreye soktum. Moralimi de sağlam tutup, Bismillah dedik.

Hoş, koronaya gelene kadar, eğitim sisteminden çok daha başka şikayetlerimiz olabilirdi; (gülüyor) ama onu açmayalım şimdi.

Bilim-bilgelik farkı gibi dertlerimiz var, ama üniversitelerde


KORONA BENCİL KILDI. DİĞERGAMLIK UNUTULDU.

Down sendromlu bir çocuğunuz var ve onun eğitimi sizin için son derece önemli. Ancak şartlar onu okuldan, arkadaşlarından uzaklaştırdı. Bu durum çocuğunuza ve aile bireyleri olarak sizlere nasıl yansıdı? Bu salgın çocukların, gençlerin geleceklerini nasıl etkileyecek?

Nazlı 30 yaşında ablası. Ama 15 yıldır aynı görüntüde. Eskiden birlikte yürürken, “baba-kız” derlerdi. Şimdi “dede-torun” diyorlar. (Gülüyor)

İlköğretimini bitirdi. Bir özel okuldan musiki eğitimi aldı. Şimdi enstrüman eğitimimiz ve korolarımız vardı gittiğimiz. Durdu, üzüntüyle kaydedeyim. Ancak, evde eşlik ediyoruz. Her gece…

Ne var ki haklısınız, rehabilitasyon merkezleri -korona dolayısıyla- bir şekilde kapatıldı.

Özel çocuklar için şarttır bu!

Telafisi imkansız. Aileler çocukları zaptedemiyor evlerde. “Mimterapi” videolarımızla Youtube üzerinden,  bilabedel evlere hizmet yaptık. Müzik terapi açısından.

Koronayı affedemiyorum. Bize iyilik yapma sürecimizi durdurdu. Devlet koruması altında öksüz-yetim-engelli çocuklara müzik terapi veriyorduk. Yararlı Ceylanlar Kulübü olarak. Onlarla coşuyor, onlarla onların sayesinde rehabilite oluyorduk. Onlarla konserler verip, insanoğluna aslını hatırlatıyorduk. Durdu. İnsanlar içine kapandı. Şimdi kurallar dahilinde tekrar başladık. Ama, işte sorun bu. Korona bencil kıldı… Diğergamlık unutuldu. İyilik yapmak devre dışı kaldı. Çocuklara, gençlere bu hatırlatılmalı…

 


KİTAPLAR MÜRŞİDİM OLDU 

Siz, çocukluğunuzdan itibaren fırtınalı bir hayat yaşadınız. Aile büyüklerinizin tanınan  simalar oluşu, aile yapınız sizin hayatınıza yön verirken aldığınız kararları ne yönde etkiledi?

Bu Mim Kemal Öke’nin mim’i farklı! Hani derim ya ben, sorunca bana tasavvuf nedir diye: “tasavvuf; “mim”dir. Muhabbet ilmini marifete dönüştürme kemalatı…”

Dedem ayrı bir vakıa. O kadar çok dedelerim meraklı ki, bir de öbür dedem var. Ekrem Hayri Üstündağ. Demokrat Parti’nin kurucusu. Fikren, mizacen ona daha yakınımdır ben. Tanıyamadım onları. Zaten aileden de sıkıntım vardı. Anne baba, hayat tarzları itibariyle benim beklentilerimin dışındaydı. Modellerim olmadı. Kitaplar mürşidim oldu. Ben masal, menkıbe, mesnevilerle büyüdüm. Onlardan edindim karakterimi. Kahramanım vardı; Turgut Reis. Onun güvertesinde çıktım hayata. Açıldım ummana. Tasavvufi alem de buna dahildir. Kaldı ki 18’imde yurt dışına gittim. Gidiş o gidiş!..

Bu arada bana sorarlardı: “En sevdiğiniz kitabınız?”

“Daha yazamadım” derdim.

Yazdım!

“Biat”

İşte, orada saklı bir biyografim, insan telakkim, medeniyet tasavvurum saklıdır.

“Zamane Dervişi”ni tanımak isteyenler, buyursunlar güverteye.


Semiha Kavak

YENİ ŞAFAK PAZAR

  https://www.yenisafak.com/hayat/kitaplarim-mursidim-oldu-3571227