25 Nisan 2020 Cumartesi

Nâme'den Nâme'ye



Türk Şiirinin önemli ismi İsmet Özel ile Ataol Behramoğlu’nun yolları gençlik yıllarında, okul çağlarında kesişir. İkisi de şiire düşkündür ve şiir onları birbirine kaynaştırır. Ancak, değişimin anahtarı olan zaman, iki dostun yollarını ayırır. Artık iki dost iki ayrı ideolojinin saflarındadır..
Edebiyat severler, şiir dostları iki şairin birbirleri hakkında neler düşündüklerini hep merak etmişlerdir..

Bu iki dostun birbirleri hakkında neler söylediklerini bir kez daha okumuş olalım...

Semiha Kavak


ŞİİR BİZİ BİR KEZ DAHA BULUŞTURURKEN

İsmet Özel'le Çankırı Lisesi'nden tanışıklığımız henüz bir arkadaşlık değildi. Ben ablası Aysel’le aynı sınıftaydım ve arkadaştık. O kardeşim Namık'la, bizden bir sınıf geride, aynı sınıftalardı. Geçtiğimiz yaz (uzun yıllar sonra) bir iki saatliğine ziyaret ettiğim ve her şeyi (görkemli bir taş yapı olan lise binasını, dere boyundaki meşe ağaçlarını, Atatürk Anıtı'ndan pazar yerine doğru uzanan tertemiz, parke taşlı yokuş caddeyi, ailemle oturduğumuz bütün evleri, çocukluk ve ilk gençliğimin geçtiği neredeyse bütün sokak ve caddeleri, su deposunu, Hazreti Ali’nin Mağarasını, mahfeli, ilkokulumu, istasyon binasını ve kahvesini ve bütün bu şeyleri tıpkı o yıllardaki gibi aydınlatan pırıl pırıl yaz güneşini) elimle koymuş gibi bularak çok etkilendiğim bu küçük Orta Anadolu kentinin, o yıllardaki (1950'ler) lise ortamının, daha başkaca şeylerin şair kişiliklerimizin oluşumunda etkileri üzerine düşünmek bu yazının kapsamı dışında kalıyor. Ben kendimi oldum bittim şair sayan biriydim. İsmet Özel o sıralarda şiir yazar mıydı, bilmiyorum. Arkadaşımın kardeşi, kardeşimin arkadaşı İsmet'ten bende o yıllardan kalan silinmez görüntü, belki bir kır gezintisinde, bir toplantıda, koyu renk takım elbisesi içinde, Nat King Cole özentili bir sesle, kısık gözler, meydan okurcasına küstah ve erotik bir gülüşle İngilizce şarkı söyleyen, kendi de Nat King Cole'e benzeyen, ince, kavruk bir oğlandır. Aysel’le Ankara Hukuk Fakültesi'ne aynı dönemde girmiştik ve Aysel, yanılmıyorsam eğer, İsmet'in şiirler yazdığından o sırada söz etmişti. Ben Hukuk’tan ayrılmış, bir süre Felsefe okumayı denemiş, sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde karar kılmıştım. Puslu bir Ankara akşamı (63 kışı olabilir) İsmet fakülteye çıkageldi. Meme-t Fuat’ın edebiyat yıllığında benim "İkinci Uykusuz Adam" adlı şiirim yayınlanmıştı. Şiirimle ilgili bir şey söylediğini anımsamıyorum; fakat bir şiirimin böyle prestijli bir yayında yer almasından ötürü beni kutluyordu. Kendi şiirlerini de getirmişti. Sonradan "Geceleyin Bir Koşu"da yayınlanacak bu şiirler tazelikleriyle beni hemen etkilemişlerdi. Özellikle "Kuşun Ölümü":

"Kuş damdan düşünce
sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün
bir yağmurdur açılan kuraklığa
bir yağmurdur kulübesi nisandan
ve onun ayaklarına dolanan o gökyüzü
kansız yüzleridir diri kuşların
kuş düşünce damdan
kuş öldü kanadının altındaki o yara
yağmurun karanlığını getiriyor geceye
yağmurun ırmaklarını getiriyor geceye
kuş öldü
küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce"
Bu şiir, imgelerdeki yenilik ve saflıkla; çocuksu, acıtan duyarlığıyla beni etkilemişti. Ben Orhan Veli ve Attila İlhan şiirinden geliyordum. "Galile Denizi"ni (1. Berk) yeni keşfetmiştim. İkinci Yeni sularına henüz açılmış değildim. (Kendime haksızlık etmiş olmamak için şimdi kitaplığıma baktım:
"Galile Denizi"nin iç kapağında 3 Nisan 1962 tarihi ve "İlhan Berk, beni bağışla" sözleri yazılı... Cebeci'de, Abdullah Nefes'le kaldığımız odada bu iki satırı yazdığımı bugünmüş gibi anımsıyorum... "Dünyanın En Güzel Arabistanı"nın iç kapağında ise adım ve 5.III. 1963 tarihi yazılı. "Geyikli Gece" ilk okuyuşumda beni çarpmış olan bir şiirdi. Fakat yine de Orhan Veli'ye, Attila İlhan'a, Dağlarca, Külebi vb. şairlere daha yakın duyuyordum kendimi.) "Kuş öldü kanadının altındaki o yara/yağmurun karanlığını getiriyor geceye" vb. dizelerde, yeni bir imge anlayışına daha gözü pek bir açılış vardı. Üstelik, benim küçümsediğim, günün modası mekanik biçimci şiirlerden farklı olarak somut tematiklere, elle tutulur, somut dünyalara sahipti bu şiirler. İsmet Özel'le beni, şiir ilk kez böylece buluşturuyordu.
Sonra bizi Türkiye İşçi Partisi buluşturdu. Partinin Kızılay Bulvarı üzerindeki lokalinde buluştuğumuzda (H. Aker, E. Berköz, A. Nefes, başka arkadaşlar) birbirimize yeni şiirlerimizi okurduk. İsmet'in her yeni şiiri, her zaman bir sürpriz, bir parıltıydı; beklenmedik sözcükler, imgelerle örülüydü;

"tanrım, Pekos Bil'im uçur beni"
"uyurken bir kadına doyar gibi kanardı ayaklarım"
"doğrudur gebe kaldığım coşkun bir akarsudan"

Bunlar yepyeni imgeler, yepyeni şiirlerdi. Sözcüklerin renkleri, tınıları ve ritmleriyle, sözcükler arasındaki alışılmadık ilişkilerle etkileyen, büyüleyen şiirlerdi. Şiirleri üstüne düşüncelerimi söylerken, kimi dizelerin altını çizmemden, onları özellikle sevdiğimi söylememden pek hoşlanmazdı. Şiirini bütün olarak değerlendirmemi isterdi, İsmet'le anlaşmazlığım da bu noktadaydı. Şiirlerinde, olağanüstü güzel dizeler (imgeler) yanında, doldurma, sıradan sözcükler ve dizeler de bulunduğunu görüyordum. Şiir laboratuvarına herhangi bir kimsenin girmesine izin verdiğini sanmıyorum... Birden, bitmiş bir şiirle, bir sürprizle çıkardı karşımıza. Bir gün, nerede olduğunu anımsamıyorum, üzerinde daktiloyla muntazam yazılmış dizeler bulunan bir kâğıt gördüğümde elinde, doğal bir hareketle alıp bakmak istedim. Göstermedi, kıskançlıkla sakladı kâğıdı. Sonradan, bunun salt bir biçim çalışması olabileceğini, bir "meslek sırrı" olarak saklamış olabileceğini düşündüm. O sıralarda laboratuvar çalışması diyebileceğim çalışmalarım pek olmazdı benim; içimden gelirdi ve yazardım... Yazdıklarım üzerinde de sonradan pek fazla değişiklik yapamazdım. Şiirin "organikliğini" bozacak olmaktan korkardım. (Laboratuvar çalışması diye niteleyebileceğim çalışmalara, 70'li yıllarda, yaklaşık olarak otuz yaşıma doğru başladığımı söyleyebilirim.) İsmet Özel ise, sanıyorum ki, teknik beceriler edinmenin, şiirde laboratuvar çalışmalarının önemini, çok erken yaşlarda anladı. Erken ve büyük başarısının çok önemli bir nedeni, sanıyorum ki budur. İsmet Özel'le sırdaşlık düzeyinde yakın bir arkadaşlığımız hiç olmadı. Daha doğrusu, o dönemde de yakın arkadaş çevrelerimiz farklıydı. Bizim Buhara meyhanesindeki (yukarda adını ettiğimiz arkadaşlar dışında, Veysel Öngören'li. zaman zaman Metin Altıok'lu, seyrek de olsa Turgut Uyar'lı). partiden, üniversiteden, sanat ve siyaset çevrelerinden pek çok arkadaşla buluştuğumuz (Buhara dışında Tavukçu'da, Mehmet Kemal'in Kalem’inde, Ankara Sanat’tan arkadaşlarla Atak'ta) muhabbetlerimizde İsmet Özel hemen hemen hiç görünmezdi. (Bunda yaşamını -bizlere oranla bile- daha dar bir bütçeyle sürdürmek zorunda oluşunun da rolü olduğunu sanıyorum. Yoksulluk, tutumluluk, kibir derecesinde bir onurunu koruma kaygısı, bu niteliklerle pek de iliııtisiz sayılamayacak bir gösterişçilik. İsmet Özel’in bence değişmeyen bazı kişisel özellikleri olagelmiştir.) Kişisel yaşam ayrıntılarında çok yakın arkadaş değildik belki, fakat şiir bizi buluşturmuştu ve buna siyaset de eklenmişti. 1965 yılında onun "Partizan"ı benim "Bir Gün Mutlaka"yı yazışlarımızla, bu buluşmalar, yazgısal bir birlikteliğe dönüştü. "Partizanda ve "Bir Gün Mutlaka’yla, şair ve insan olarak. ortak yanlarımız da, farklı ve hatta karşıt yönlerimiz de kolayca görülebilir. Yazımın amacı böyle bir karşılaştırma yapmak değil. Önemli olan, ortak ve özgün bir noktada buluşmuş olmamızdı. Bu noktaya önceden çizilmiş bir programa göre gelmemiştik. Kişisel birikimlerimiz, toplumsal koşullar ve bir bir sayılıp dökülmesi belki olanaksız birçok neden bizi orada buluşturmuştu. Her iki şiirde, toplumcu ve gerçeküstücü özellikler taşıyan modern Türk ve dünya şiirinden izler ve sentezler vardır. Toplumcu şiiri, bir geriye dönüş olarak değil, şiirin modem olanaklarıyla ileriye doğru gidiş olarak anlamaktı bizi o sırada ve bizi şiirlerle birleştiren "Yıkılma Sakın"lar efsanesine burada değinmek gerekebilir... 1969'da ben Malazgirt'te yedek subay, sürgün ve hapistim. ismet Özel Muş'ta er ve sürgündeydi. Ağrı Askeri Cezaevi’nde başladığım, sonra oda hapsinde tamamladığım şiirimi, beni ziyarete gelen ortak arkadaşımız Zülküf Şahin eliyle, okusun diye İsmet Özel'e gönderdim. Ondan, (şimdi anımsamıyorum, hangi yolla), bana ithaflı, eşsiz güzellikte yerleri olan "Yıkılma Sakın" geldi. Bu iki şiirle, yazgılarımız bir kez daha buluşuyordu... (Onun "Yıkılma Sakın"ı, bence, "Partizan''a göre bir ilerleme, benim "Yıkılma Sakın"ım ise, yine bence, "Bir Gün Mutlaka”ya göre, hiç değilse bazı bakımlardan, bir gerilemedir. Fakat, yukarda da değindiğim gibi, bu yazının amacı böyle karşılaştırmalar yapmak değil.) "Yıkılma Sakın'larımız, Ismet'in önerisi ve girişimiyle "Yeni Dergi"de, yayınlandı... Sonra terhis olduk, Ankara'da buluştuk. Önce "Ant" dergisindeki dörtlü çıkış, sonra daha çok İsmet’in tasarıları ve çabalarıyla "Halkın Dostları" hareketi gerçekleşti... Sonra ben 1970 güzünde yurt dışına çıktım, lsmet'le mektuplaşmaya 1965'te ("Dönüşüm" dergisinin yayını sırasında) başlamış olmalıyız. Ben yurt dışında olduğum sırada bir süre sıklıkla mektuplaştık. Bana en son mektubu, sanıyorum, içinde "Akdenizin Ufka Doğru Mora Çalan Maviliği" başlıklı o trajik ve büyük şiirin bulunduğu mektuptur.

"Geçiyorum ayaklarım altında kumları hıçkırtarak/Kara yaz!
Karanlık yaz! Kararan vücutlardan/ rıhtıma varmayan ceset
elbette hatırlanmaz"

Yaşamıyla ilgili ciddi kaygılar duyduğumu (ve kimi ortak arkadaşlarımızı mektupla uyardığımı) ve yine o sıralarda, düşüncelerindeki köklü değişimlerle ilgili haberlerin bana ulaştığını anımsıyorum. 1975 yazında, Antalya yakınlarında bir tatil yöresinde, daktilomun başına geçerek, günlerce süren bir çalışma ürünü, 30-35 daktilo sayfalık yazımı yazdım: "İsmet Özel Üzerine" "Militan" dergisinin Kasım 1975 tarihli sayısında, daha sonra "Yaşayan Bir Şiir" adlı kitabımın "Broy" yayınlarındaki ilk basımında yer alan ve şimdilerde "Adam" Yayınevince basıma hazırlanan "Şiirin Dili-Anadil" adlı kitabımda yer alacak olan bu yazıyı, bana İsmet Özel konusunda soru soran ve birkaç cümlede yanıt bekleyenlere okumalarını öneregeldim ve öneriyorum. İsmet Özel pek çok övgüye mazhar oldu ve olmakta. Daha çok siyasal ve etik kökenli olmakla birlikte, yergiler de eksik değil. Şiirlerinin niteliği konusunda küçümseyici eleştirilere, imalara da rastlanıyor. Fakat onun şiiriyle ilgilim(yukarda anılanın dışında) tek bir ciddi, kapsayıcı eleştiri görebilmiş değilim. Umarım ve dilerim ki gözümden kaçmış olan birşeyler vardır. İsmet Özel'in bana söylediği (ya da yazdığı) bir sözü kulağımda hep çınlayagelmiştir. Belki kendisinin de şimdi anımsamayacağı bu söz şuydu: "Herkes her şeyin bayağısına teşne" İlk gençliğimizden, 60'lı yıllardan bu yana edebiyatta, siyasette, bu toplumun bütün alanlarında yaşadıklarımız, yaşamakta olduklarımız, bu saptamayı ne yazık ki hep doğruladı. Gerek onun gerek benim şiirlerimize yönelik hayranlık ya da yergiler, çoğu kez yüzeysel oldukları için, bana ne yazık ki bu bayağılıktan uzak görünmüyorlar... İsmet Özel yeni şiirlerini her zaman büyük merakla beklediğim, kendisiyle ölçündüğüm bir şair olmuştur. Bugün de öyledir. Son şiirlerinden, uzun soluklu "Of Not Being A Jew" yayınlanmamış olsaydı, benim uzun soluklu şiirim, "Attila Jozsef'in Şehrinde Bir Köprüden Tuna'ya Bakmak" daha az emekle yayına hazır görünebilirdi bana... İsmet Özel'le, şair ve insan olarak, ortak yanlarımız kadar, farklı ve hatta karşıt yönlerimiz de bulunduğuna yukarda değinmiştim. Bugünkü trajik karşıtlığın nedenlerine ve anlamlarına, belki de buralardan iz sürülerek varılabilir. Tek bir şeyden ise hiç kuşku duymadım: Bizi buluşturan şeyler, dün olduğu gibi bugün de, "bayağı" olmayan şeylerdir.

Ataol Behramoğlu
14.12.1994


K E D İ  Ş İ İ R İ N D E  D İ Z G İ ' Y A N L I Ş I  Y O K


I saw the best minds of my generation destroyed (...)
Allen Ginsberg

Aysel ablam Ankara Hukuk Fakültesi'nde okurken Orman Bakanlığı'nın memurelerinden biri olmak zorunda kaldı. Fakülte’de devam mecburiyeti yoktu, ama onun anlayışlı müdürü bazı günler dersleri izlemesine olanak tanımıştı. Bu günlerden birinde müdür ablamdan asılan listelere bakarak bir sınavın sonucunu öğrenmesini rica etti. Bursa'daki meslektaşlarından biri telefon ederek oğlunun notlarını sormuştu. Ablam sonucu öğrenip bildirmiş, verdiği haber onun da keyfini kaçırmıştı. Zira çocuk üssü mizandan kalmıştı; yani hiç zayıf not almamış, ama not ortalaması yedinin altında kaldığı için sınıfı geçememişti. Çocuğun ismi Ataol Behramoğlu'ydu ve Aysel ablam onun Çankırı Lisesi'ndeki sınıf arkadaşı Ataol Gürus'la aynı kişi olabileceğini aklına bile getirmemişti. Bunu daha sonra, Fakülte'de karşılaştıkları zaman öğrenebildi. Doğrusu bu soyadı değişikliğine ben de ihtimal vermezdim. Çankırı Ziraat Müdürü Haydar bey bizim Tarım dersi öğretmenimizdi. Girdiği ilk derste tahtaya soyadını Gür Us olarak yazmış ve gür akıl diye açıklamada bulunmuştu. Yani soyadından onun bir şikâyeti olduğu izlenimi edinmemiştim.
Namık Gürus lise birde sınıf, tarih derslerinde de sıra arkadaşım oldu. Kabadayı tabiatlıydı Namık. Bir keresinde onunla fizik laboratuvarında itişirken dolaplardan birinin camını kırdık. Ödeme konusunda hiç oralı olmadı. Ben Çingene Arastası'na giderek camı kestirip taktırdım. Sonra yakın arkadaş olduk Namık’la. Bizden iki sınıf yukarda olan ağabeyi Ataol'u bilirdim, ama pek konuşmuşluğumuz yoktu. O dönem aramızdaki yaş farkı mesafeyi artırıyordu nedense. Kitaplarla ilgilenen bütün memur çocuklarına özgü iletişim elbette söz konusuydu. En azından ben onun Varlık okuduğunu, şiirle ilgilendiğini bilirdim. Edebiyat merakına rağmen fen şubesine gidi­şinin sebebi; konuştuğu esmer, kısa saçlı, minyon çehreli kızla aynı sınıfta bulunma isteği miydi? Ataol’un zihnimde Çankırı'dan kalan en belirgin resmi bir kış günü ceketsiz, sırtında Amerika'dan yeni dönmüş babasının getirdiği mavi ekose gömlekle okula gelişidir. Pek emin değilim, ama galiba bazan "maracas" çalardı bir akordeon ve bir bateriden müteşekkil ve benim solisti olduğum hafif müzik orkestramızda. Şiire ilişkin bağlantımız, ben Ankara Gazi Lisesi'inde okurken ve Ataol henüz Hukuk Fakültesi'nden ayrılmamışken kuruldu. Beş-altı kadar şiirimi (yazdıklarımın tümüydü kuşkusuz) Aysel ablama vererek Ataol'a ulaştırmasını istedim. Ataol yazdıklarım hakkındaki görüşlerini yazılı olarak bana iletti. Bu yazılar ne yazık ki şimdi kayıp. Ataol Behramoğlu Hukuk Fakültesini bırakıp DTCF Rus Filolojisine geçtiğinde, ben de artık Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenciydim. Bir gün Ataol ve bir grup Dil Tarih’li SBF kantinine geldi. Gerçek tanışmamızın başlangıcı o gündür. Ayrılırken Ataol aralarından birinden söz ederek: "Turgay Gönenç’ten daha iyi şairdir" dedi. Sözünü ettiği, görece suskun arkadaş Egemen Berköz'dü. Karşılaştırmayı Turgay'la yapmasının sebebi belki Turgay’ın bizim Fakülte’nin son sınıfında okuması, o günlerde Sanat Sevenler Derneği'nde şiir ve resimle ilgili konuşmalar yapan, umutla bakılan bir genç sanatçı oluşuydu. Kısa bir süre sonra Ataol’a bir iade-i ziyarette bulundum. Doğrudan DTCF Rus Filolojisi'ne gittim, daveti üzerine onunla Polonyalı bir öğretim elemanının verdiği dersi izledim. "Mişka" (farecik) kelimesini öğrendim Rusça'dan. Çıkışta Kızılay'a doğru yürüdük. Şiirlerimi okudum Ataol’a. içten bir ilgiyle dinledi beni. Bana öyle geliyor ki benim yazdıklarıma bakışı o gün esas itibariyle belirginleşti ve belki bugüne kadar o belirginliğin sınırları korunageldi. Sanıyorum onun gözünde şiirlerim şiir olma özelliğine (belki olgunluğuna) erişmeleri bakımından dikkati hak ediyorlardı, fakat... işte o günden başlayarak yıllarca bu "fakat" konuşuldu aramızda. Çünkü her ikimiz de büyük diye bildiğimiz bir şiire emek verme niyetindeydik. Her ikimizin de kendimize özgü "fakatlarımız" vardı. Ataol’la tanışıklığımız kısa sürede riyasız, içten bir dostluğa dönüştü. Bunda siyasi tavrımızın olduğu kadar edebiyata ve şiire bakışımızın yönündeki koşutluğun rolü büyüktü kuşkusuz. 1963 yılının Ankara’sında kendimi yönleri görece birbirinden farklı iki öbek üniversiteli öğrenci çevresiyle ilişkili bulmuştum. Modern ve modernist bir sanat çevresi vardı. Bir de yaklaşımı CHP cumhuriyetçiliğinden başlayıp o günlerin moda deyimiyle "aşırı sol"a kadar uzanan siyasi ilgileri yoğun çevre vardı. Ataol’a ve bana her iki çevrenin de "uç" noktaları çekici geliyordu denebilir. Bu gün Ataol Behramoğlu'nun ve benim hem şiir anlayışı hem de dünya görüşü bakımından farklı yerde oluşumuzun ne kadarı derinlerdeki sebeplere bağlanabilir; ne kadarını Türkiye şartlarına bağlayabiliriz? Bunları uzun uzun konuşmak gerekebilir. Gerekebilir, ama büyük bir ihtimalle gerçekleşemeyebilir. Gençliğimizin bir kaç yılında Türkiye için de fırsat sayılabilecek bir atılım umudunu tatmıştık. Ben kendi payıma bu umudun süreği olarak müslüman kimliğe sahip çıktığımı savunuyorum. "Nostalji" suçlamasına muhatap olmayayım diye o günlerin havasından söz etmekten geri duruyorum. Fakat karşı bir suçlamada bulunmaktan da geri durmayacağım: Benim atılım umudu adını verdiğim, o günlere özgü ülke duyarlığı kısa sürede, siyaseten kısa sürede "manipüle" edilmiştir. Kuşku yok ki bizim "real politik" denen alandaki sınırsız cehaletimiz daha ilk adımı atarken bile neyin içine düştüğümüzü bilmemize engeldi. Ataol Behramoğlu ile bugün ayrı yerlerde bulunuşumuzda, kendi payıma benim o manipülasyondan salim kalma çabamın hesaba katılacak bir rolü olduğu iddiasındayım. Nalıncı keseri gibi kendi tarafıma yonttuğumu sananlar çıkacak biliyorum. Oysa ben o umut atılımı günlerindeki arkadaşlarım ki Ataol Behramoğlu bunlardan yalnızca biridir, ne oldu diye soruyorum şaşkınlıkla ve kederle, Bence o günlerde yaşadığımız sosyalizm coşkusu ülkemizin maruz bırakıldığı batılılaşmanın vicdan azabıydı. Ve o günlerin irili ufaklı sağcıları bunu hiç anlayamadı. Yıllar geçti. Kuşağımın sosyalist görüşlü olanlarının da sosyalist olmaya verdikleri ağırlığı solculuğa kaydırdıklarına şahit oldum. Yani onlar için batılılaşmanın vicdan azabı sözkonusu değildi artık. Ataol Behramoğlu bunlardan biriydi. O günlerde nasıl bir düşünce canlılığı olduğunu, sosyalist eğilimli kişilerin hangi kaygıları taşıdığına misal getirebilmek için ve görüşlerimi daha iyi anlatabilme beklentisiyle o günlerin Ataol’una dair bir kaç anımı aktaracağım: Türkiye İşçi Partisi'nin Atatürk Bulvarı’na bakan Genel Merkezindeyiz. 1964 yılının baharı olsa gerek. Terasta kimi ayakta, kimileri sandalyelere oturmuş sohbet ediyor insanlar. Ataol, bir Hukuk Fakültesi öğrencisi (soyadını yanlış hatırlamıyorsam) Savga Ural'la tartışıyor. Neyi tartıştıklarını bilmiyorum, ama bir süre sonra Ataol'un sesi yükseliyor: "Bunu, diyor elindeki kitaba vurarak, "senin Marx'm bile anlayamaz!" Tartışma sona eriyor. Bir evdeyiz, Ankara Koleji'nin hemen İncesu yönünde arkasında oturan (adını ‘hatırlayamadığım) bir kızın evinde. Soba yandığına göre mevsim kış. Odada oturanların susup düşüncelere daldığı bir sıra âdeta bağırarak sessizliği bozuyor: "Şairler memur olamaz!" Türkiye'de kurulacak muhtemel bir sosyalist toplumda sanatçı-devlet ilişkisi imiş meğer zihnini meşgul eden. Her ikimiz de askerliğimizi bitirdikten sonra, yine Ankara'da Ekim yayınlarının balkonunda Jose Marti'den konu­şuyoruz. Benim Pete Seeger'ın bir plağından "Çuantanamera- "yı ezberlemeye çalıştığım günler: Yo soy un hombre sincero! Şöyle soruyorum Ataol'a: Şu bizi heyecanlandıran şeylere bak! Nelerle meşgul hep kafamız! Biz sosyalist falan olduğumuzu söylüyoruz ama, yoksa sadece milliyetçi miyiz? Kısa bir sessizlikten sonra Ataol cevap veriyor: "Evet, gidip Vietnam’da çarpışmadığınıza göre... Dış görünüş bakımından bir çevreyi terketmiş olan veya bir çevre bakımından kayıp olan benim. Ama bu giriş yazısı vesilesiyle vurgulamak istediğim, bir çok arkadaşımın, bu arada şiirdeki duyarlığına çok güvendiğim Ataol Behramoğlu'nun kuşağımıza mahsus bazı şeyleri terkettiği, birçok bakımdan onların kayıp olduğudur. Okuyacağınız mektuplar ne demek istediğimi daha iyi açıklayabilecektir umarım.

İsmet Özel




2 yorum:

  1. Küçük insanın büyük öyküsü hayatlar. Okumanın verdiği sorumluluk duygusu her dönem gencini sosyalizme taşır. Mutlak güzel idealler.insanlık ve ülkesi için. 61 doğumlu köy çocuğu olarak 75 de lise 1 e başladım. Devrim türküleriyle mezun oldum. Değişecekti bir şeyler, fakülte son sınıfında sorgulayan her genç gibi kendi devrimimi yaptım. 84 de o günkü tabirle müslüman oldum.
    Şiirle iki arkadaşın öyküsünü okurken,sanki tekrar baskısı yirmi yıl sonra yaşayandım. Ben de bir İsmet Özel, tek eksiğim Ataol'um yoktu.
    Bu ülkenin gençleri enerjilerini anlama ve keşfetme çabasına yönlendirseler, ideolojik körlüğe rıza göstermeden, bu ülkeye ve insanlığa ne çok şey katarlar.
    Ama iki yazının da özeti aslında şu;
    İsmet'in söylediği, Atol'un unutmadığı: "Herkes her şeyin bayağısına teşne!"

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ancak kendi güçlerini keşfettiklerinde, gerçekleştirebilecekler çok şeyi... Bunun için de o kadim sorgulamaya dönmeleri gerekiyor. Bayağılaşmadan "Biz"e ulaşabilmenin yolu da hep emektir. İnsana kendi emek ve çabasından başkası var mıdır? Yoktur.

      Çok teşekkürler değerli yorumlarınız için Mehmet Bey. Selamlarımla.

      Sil