25 Mart 2014 Salı

SADIK BATTAL İLE SÖYLEŞİ



S.Kavak: Sinemayla edebiyat arasında nasıl bir ilgi kurulabilir? Sinema edebiyatın nesi olur?

S.Battal: Yaratılıştan şu yaşadığımız ana kadar sürüp gelen bir serüven var. İnsanlık serüveni. Babamız Âdem'den başlayarak, tüm insanlar bir hayat yaşadılar, çeşitli tecrübeler edindiler, evlat acısı çektiler, zaferi yaşadılar, hikmete eriştiler, yalnız kaldılar, intikam için fırsat kolladılar, dua ettiler, ufka baktılar... Ve nihayet "dâr-ı beka"ya göçtüler. Bu süreçte neler olup bittiğini kıssalardan, haberlerden, rüyalardan, diğer çeşitli kaynaklardan öğrenebiliyoruz ama illaki eksik kısımlar, ulaşamadığımız yahut kavrayamadığımız bilgiler var. Bunların giderilmesi lazım, cevapsız soru kalmamalı. İşte burada biz, yani ben, sen, o, ortaya çıkıp bu soruları cevaplamalıyız, bunu kendimiz için yapmalıyız. Zaman zaman şu kullandığımız dil yeterli olmayabilir. O zaman yeni, farklı bir dil arayışına gireriz; anlamak ve anladığımızı ifade edebilmek için. O zaman karşımıza şiir çıkar, müzik çıkar, çizgi çıkar, roman çıkar... Sinema da çıkar (Sinemanın buram buram teknoloji kokmasının, onun bu dillerden bir dil olmadığı-olmayacağı manasına gelmediğini ustalarımız bize gösterdi, göstermeye devam ediyorlar.) Yani, "sinema, edebiyatın filanı olur" diyemeyeceğim. Tıpkı edebiyat gibi, tıpkı diğer diller gibi, mecbur olduğumuz anlama ve ifade etme işinde Allah'ın bizim istifademize bahşettiği dillerden biridir günümüzde.


S.Kavak: Roman ve hikâyelerin sinemaya uyarlanması edebi çevrelerde eleştiriliyor. Kimileri bu tür uyarmaların edebiyatın özüne aykırı olduğunu söylüyor. Bunun gerçeklik değeri var mı? Bu tür uyarlamalardan siz nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz?

S.Battal: Kendi romanından uyarlanan Çığlık (The Shining) filmini izlediğinde, Stephen King isyan eder. "Bu benim romanım değil!" Fimin yönetmeni Stenley Kubrick ise sakindir. "Doğru, bu senin romanın değil; bu benim filmim. "Edebiyatçı, hayat ya da hakikat hakkında tanıklık ettiği, rüyasını gördüğü veya hayalini kurduğu bir olayı anlatır. Sinemacı bu anlatıyı dinler ve "Bir de benden dinleyin" der. Amacı, edebiyatçının anlatısında kendince eksik gördüğü bir boşluğu doldurmak, oraya yeni bir açıklama getirmek olabilir. Ya da "Bu olayda ben bir de şöyle bir sır keşfettiğimi düşünüyorum" da diyebilir. Olay aynı olaydır ama edebiyatçı onu başka türlü anlatır,sinemacı başka... Bu tür sorularda hep iyi edebiyat eserlerinin kötü uyarlamalarını örnek alıyoruz. Oysa sinema tarihi, edebiyatçıların kötü anlatıp da sinemacıların şaheser haline getirdiği olaylarla doludur. Demek istediğim önemli olan, hikâyenin iyi mi yoksa kötü mü anlatıldığı. Öte yandan, bir edebiyatçı tarafından iyi anlatılmış bir hikâyenin bir sinemacı tarafından da iyi anlatıldığını görmek ise ayrı bir lütuftur. O zaman Umut olur, Kızılırmak-Karakoyun olur, Susuz Yaz olur, Birleşen Yollar olur. O zaman Yılmaz Güney, Lütfi Akad, Metin Erksan ve Yücel Çakmaklı büyük hikâye anlatıcıları olur.


S.Kavak: Sinema gişeye oynar genelde. Bu yaklaşımla bakınca edebi eserlerin sinemaya uyarlanması zorunlu bir sorun doğurmaz mı?

S.Battal: Gişeye oynayan film çoktur evet. Ama "gişeye" oynayan kitap da çoktur, yanılıyor muyum? Bir filmin gişede rekor kırması onun gişeye oynadığı manasına gelmez her zaman, tıpkı çok satan her kitabın sırf çok satması için yazıldığı manasına gelmeyeceği gibi. Her zaman olduğu gibi, aslolan niyettir. Film yapım sürecinde,  yönetmen, geniş bir ailenin reisi gibidir. Sette içilen çaydan, fazla mesai yapan kurgucunun evine sağ salim ulaşmasına kadar her şeyden sorumludur. İstisnaları yok sayacak bir çoğunluğumuz, film bittikten sonra akan yüzlerce isme hiç dikkat etmemiştir. Oysa sadece perdede tanıklık ettiğimiz hikâyeyi değil, o yüzlerce ismin maişet kaygısını, daha doğrusu, hayat serüvenindeki bir kesiti de barındırır o film. Haliyle, bir filmin gişede bir şeyler umması ya da umduğunu bulması, hayat serüvenindeki bir kesinti de barındırır o film. Haliyle, bir filmin gişede bir şeyler umması ya da umduğunu bulması, bulmak istemesi yadırganacak, ayıplanacak bir şey değildir, olmamalıdır her zaman. Bir kez daha "aslolan niyettir" diyerek sorunuzu cevaplamış olayım.

S.Kavak: Çağdaş sanat dallarında bütün sanatlardan yararlanılıyor. Adeta bir içiçelik söz konusu. Günümüz sinemasının da bu yöntemi benimsediğini söyleyebilir miyiz?

S.Battal: Başta da dediğimi gibi, tüm sanat dalları, sürgün olduğumuz şu dünyada, hayat ve hakikate dair süren arayışımızda bize yardımcı olan, Allah'ın bize lütfettiği araçlardır. Hüzünle göz pınarlarından süzülüp ta engin denizlere karışan bir damla gözyaşının macerasını ha bir deyişte, ha bir resimde, ha bir filmde keşfetmişiz, ne önemi var?

S.Kavak: Sinema veya televizyon dizileri dili sanatın dilinden uzaklaştırarak, güncel dile yaklaştırıyor. Hatta argo, gündelik dille birlikte sinemayı da etkiliyor. Kurgulanmış güncel dilin sinema diline uyarlanmasını bir önemli sorun kabul edebilir miyiz?

S.Battal: Peygamber Efendimiz, kötü bir rüya gördüğümüzde kimseye anlatmamamızı, iyi bir rüyayı da sadece sevdiklerimize anlatmamızı tavsiye ediyor.  "İyi" olanı anlatmalıyız, "iyi" şekilde anlatmalıyız. "Kötü" ile "kötü" anlatımla meşgul isek  bu tavsiyenin dışında hareket ediyoruz demektir. 
Şunun da farkına varalım: Oğlunu gurbete uğurlayan annenin veda cümlelerini bir şiirde başka kelimelerle duyarız, bir oyunda, bir karikatürde ya da bir filmde başka kelimelerle duyarız. İyi aktarıldıysa bu sözler, hangi eserde olursa olsun aynı şeyleri hissettirir bize. Önemli olan hissettiğimizdir, bize hangi kelimelerin ulaştığı değil. "Günlük dil" ne? "Sanat dili" ne? Yunus Emre hangi dilin kelimeleriyle konuştu?

S.Kavak: Bir film uzunluğundaki bölümlere ayrılan televizyon dizilerinin sinemayı da kendi mecrasına yaklaştırdığı ve edebiyatı romantik, drama gibi reytinge ayarlı hale getirdiğini söyleyebilir miyiz? Ya da önümüzdeki dönem için böyle bir çıkmaz söz konusu mu?

S.Battal: Şöhret adına onlarca uyarlaması gerçekleştirildi ama biz bir tek 1960 yapımı Acı Hayat’ı hatırlıyoruz. Bütün taklitleri çöpe gitti ama 1970 yapımı Umutsuzlar orada duruyor işte. Tahtacı Fatma orada duruyor. Bahsettiğiniz etkileşim her zaman oldu, bundan sonra da olacak. Ama Metin Erksan, Yılmaz Güney, Süha Arın gibi ustalar da olacak. Yani asla bir çıkmaz -sözkonusu dahi- değil, olamaz.

S.Kavak: Eserlerinin sinemaya uyarlanmasını isteyen, izin verenlere dönüştürme senaryosu noktasında bir sorumluluk düşmeli mi? Yani eser sahibi senaryonun sanatsal özelliğe dayanması için onu denetlemeli mi?

S.Battal: Senaryo, hiçbir zaman, kendi başına bir anlam ifade eden, hele hele sanatsal anlamlar içeren bir metin değildir. Işık, kamera, oyuncu ve diğer bütün elemanlar gibi, hikâye anlatmak için yola koyulmuş yönetmenin araçlarından bir araçtır. Kimi yönetmen için falanca araç senaryodan daha önemlidir ya da tam tersi söz konusudur. Ama bu, yönetmenin üslubuyla ilgilidir, fazlası değil. Yani, eser sahibi, filmle ilgilenmek istiyorsa, senaristle değil de yönetmenle irtibat halinde olursa iyi olur.

S.Kavak: Bazı sanatçılar edebiyat eserlerinin sinemaya dönüştürülmesini “bir sanayi olayı” olarak görmekte ve buna şiddetle karşı çıkmakta. Böyle düşünenlerin sizce haklılık payı var mı?

S.Battal: “Gişeye oynama” bahsinde kastettiğim gibi, mimarlar da, mühendisler de, müteahhitler de hayatın (ve onun bir cüzü olan sanatsal faaliyetin) her alanında var. Niyetlere bakalım.

S.Kavak: Edebiyat eserlerinin sinemaya uyarlanması bazen önemsiz kabul edilen eserlerin sinemada ün yapmasını sağladığı gibi, önemli eserlerin kötü filmle önemsiz hale getirilmesiyle de o esere ve yazara olan ilgiyi olumsuz yönlendiriyor. Böyle bir karşıtlık söylenebilir mi?

S.Battal: İyi ya da kötü, bir edebiyat ürünü, gişede dikkat çekmiş -iyi ya da kötü- bir filme uyarlandıktan sonra “keşfediliyorsa”, bu sinemacıların sorunu değil. Edebiyatçıların da sorunu değil. Sosyolojik, yer yer entelektüel bir sorun bu. Hele hele, iyi bir edebiyat eseri, sinemada kötü bir filme dönüştü diye “gözden düşüyorsa”, acilen tedavi edilmesi gereken bir hastalık var demektir. Tedaviden sorumlu olanlar tedavi etsinler, burada sanatçılara düşen bir sorumluluk yok. Sanatçılar zaten ufku çizmişlerdir.

S.Kavak: Söyleşi için teşekkür ediyorum.

S.Battal: Ben teşekkür ederim.


SEMİHA KAVAK
AYRAÇ Dergisi, Aralık 2012)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder