19 Şubat 2015 Perşembe

Enkazdan Kalanlar


Sahneye çıktığımda henüz ilkokuldayım, on bir yaşından fazla olamazdım, kravat takmama imkân yoktu, tıraş da olmuyordum; ama kumaş pantolonların önlerindeki ütü çizgilerini takip ederek toprağa ulaştığım zamanlardı, iyi hatırlıyorum. Sahnede ışık yoktu, okul koridorundan sahneye ulaşmaya çalışan ışıklar vardı, bunların çoğul olmalarına ben takılıp kalmıştım; sonrasında, o takıntımdan kurtulabildiğimi hatırlamıyorum, kurtulduysam da bana kimse kurtulduğumu söylemedi. Karşımızda yüzlerce insan vardı. Okul bir anda önemli bir hâle gelmişti; okulu bir anda ben önemli bir hâle getirmiştim. Oranın, yani adına en çok ora olmanın yakıştığı oranın, en kötü okuluydu benim okulum, kötülüğü insanlarından gelmiyordu elbet, fizikî şartlarından da gelmiyordu; kötülük ona bahşedilmiş bir sıfattı. Bir iyinin olduğu yerde elbette kötünün de bulunması gerektiği için kötüydü. Kaymakamlık binasında hep ikinci katlarda bulunan ilçe milli eğitim müdürü tarafından atanmış bir kötülük olmalıydı bu. Bürokrasiye aşinaydım, bürokratik yollardan dünyaya gelmiştim, bürokrasi kanımda vardı benim; huzur denilen olgunun atfedilen bir kötülükten kaynaklanabileceğini o zamanlar da düşünüyor oluşum şimdi şaşırtmıyorsa beni, kanımda bürokrasi kanı olduğundan olmalı bu durum. Sahne düzenini hazırlayan öğretmenler değildi, onlar böyle boş şeylerle uğraşmazlardı; öğretmenler odasında sigara içerlerdi meselâ, meselâ okul bahçesinde avuçlarının içine sakladıkları sigaralarını içerlerdi; ilkokul beşinci sınıflar niye sigaraya meraklılarsa, öğretmenler de o kadar meraklıydı ilkokul beşinci sınıfların niye sigara içtiklerine. Sahneyi biz hazırlamıştık demekten imtina ediyorsam, elbet sahneyi o zaman için beğendiğim anlamına gelmez. Sahneden etkilenmiştim. İzleyicilerin gözlerinin içine bakacak bir fırsat veriyordu bu bana. Çünkü ben okulu önemli hale getirmiştim. Başarılarım, evet, benim başarılarım, kimseyle paylaşmadığım, aileme bile göstermediğim başarılarım vardı benim. Bilgi yarışmaları benden soruluyordu ve ben bana sorulan bütün soruları eksiksiz cevaplıyordum. Bana dört tane büyük boy defter hediye etmişlerdi, ilk katıldığım bilgi yarışmasından sonra. Yarıştırılacak en önemli şeyler bilgiler olmalı muhakkak diye düşünmüş olmalılar. Yoksa böyle bir şeyi öğrenciler akıl etmez. Öğrenciler asla bilgilerini yarıştırmak istemezler. Öğrenciler akıllıdır ve bilirler ki tehlike, bilginin ışığa çıktığı yerde boy verir. Öğrenciler, adamakıllı sözler duymak isterler yoksa Nil Nehri'yle ilgili uzatılsa ucu erotizme varacak imgeler duymaktan rahatsızdırlar. Sahneye ilk çıktığımda henüz izleyiciler, yani vali, kaymakam, il milli eğitim müdürü, ilçe milli eğitim müdürü, diğer okulların müdürleri, benim okulumun müdürü, müdür yardımcıları, öğretmenleri, müstahdemleri ve diğer izleyiciler, yani öğrencilerin velileri henüz gelmemişlerdi. Boş sandalyelere karşı gözlerimi dikip, içimde yanıp tutuşan ateşi o sandalyelere fırlatmak istemiştim. Kıpkırmızı olmuyordu yanaklarım, utançtan arınmış bir çocuktum daha o yaşlarda. Ev sahibimizin üç kızı vardı ve birbirinden güzellerdi. Benden oldukça büyüklerdi, ama sürekli onların yanındaydım, onlara çözemedikleri matematik sorularını çözmede yardımcı oluyordum ve onlar da bana... Tüm teşvikler bana akıyordu. Devlet planlama komisyonu bile böyle tek yönlü teşvik raporu hazırlayamazdı. Emine abla vardı, onların anneleri, onların devlet başkanı, onların patronu. Teşviklerin el altından verilmesine asla göz yummazdı, ama bilmiyordu, belki de bilmek istemiyordu. Bahçedeki meyve ağaçlarının altında oyundan önce son teşvikimi almıştım Nagehan’dan. Nagehan en güzelleriydi. Dünya Nagehan için yaratılmış, demişti annem bir keresinde. Şimdi düşünüyorum da, o zaman, karanlık bir şeyler görmüş olmalı annem, ben görmedim karanlık bir şeyler. Gördüğüm her şey apaçık bir aydınlıktaydı ve ıslaklık yoktu hafızama musallat olacak. Sahnede, kendi etrafımda dönüyordum. Oyunumu sahneleyene kadar oyunu aklıma getirmemeye çalışıyordum. Bunda başarılı oluyordum. Ben her türlü isteğimi yerine getirmede aklıma başarıyla hükmetmiş bir çocuk olarak biliniyordum. Beni bilmiş olmaları hoşuma gitmiyordu. Sırlarım vardı ve bunlar da bilinmiş olabilirdi. Annem, ellerime baktığında ellerimin nerelere değmiş olabileceğini bilebilirdi. İki kere bilmek demek bir fiilin içinde... Öyleyse kat'i surette bilinmiş olmak demekti bu. Sahnede ayakkabıyla oynayacak olmamı yadırgamıştım. Bir odada olacaktık, ama odanın pencereleri yoktu, ben bunu da yadırgamıştım. Nasıl düşünememiştim sahneyi hazırlarken bu eksikliği. Oysa ışık yoksa doktor vardı. Nur içinde yatsınlar vardı. Yerin altına girip, orada kendini ibadete vermiş Yesevî vardı. Ben yoktum. Ben ışıksız odalarda yoktum. Benim dışımda herkes vardı ışıksız bir odada. Lambalardan nefret ediyorum. Akşam oldu mu, gündüz ışığı bitti mi, o zaman uyumalıydım, fakat asla lambaları açmamalıydım. Oysa bu oyun gündüz de oynanabilirdi ve ben niçin onun şimdi akşam saatinde oynandığını anlayamıyorum. Bu garez nereden kaynaklanıyor, anlamıyorum! Bilgi yarışmasında iyi ki bunu sormamışlardı bana. Bana sordukları elli sorunun hepsine doğru cevap vermiştim, ama bunu sorsalardı bilemezdim! Anneme bakardım, bu soruyu eğer bana sorsalardı. Her zaman yaptığım gibi, eğer bilemediğim bir soru olursa anneme bakardım ve annem benim bilemediğim sorulara dikkatle eğilirdi. Derdi ki, bunlar tahsilinin en önemli parçası. Hayır anne, diye bağırmak isterdim, ama bağıramazdım çünkü tükürük daha balkonda kurumadan ben eve dönmek zorundaydım. Bu nasıl insafsız bir zaman tasnifi? Gazali bile daha insaflıydı eylemleri ve zamanı tasnif ederken. Ama insanları tasnif ederken annem Gazali’den daha insaflıydı. Annem hiçbir zaman esirlerle ilgili kötü konuşmazdı. Gazali kötü ve saçma şeyler söyleyebilirdi. Annemi bu yüzden Gazali'den daha fazla seviyordum. Anne, derdim, anne bu sorunun nasıl çözüleceği hususunda bana yardım eder misin? Annem, baştan savılmış çocukların ilerde büyük belalara yol açacağını çok iyi bildiğinden beni asla başından savmazdı. Ben, annemin dediğine göre, onun başının tacıydım. Annem eğitimden asla hoşlanmazdı, sevmezdi bu kelimeyi, "piç" derdi böyle kelimelere, "soysuz" yani asaleti bozuk derdi. Hayvanlar eğitilir, insanlar değil, derdi annem. İnsana yaraşan "tahsil"dir, derdi. Öfkemin içeriğini dolduran daha birçok şeyi babam hep gizliden gizliye kulağıma çalardı. Bana hediye ettikleri dört adet büyük defteri hiç kullanmadım. Sahnede bir babayı canlandıracaktım. Oyunu ben yazmıştım. Kahretsin ki, bu oyun yazmalardan nefret ediyordum; daha o zamanlar nefret ediyordum. Sınıf öğretmenim oyunu okuyunca koşa koşa annemin yanına gitmiş. Öğretmen hanım, demiş, şuna bakın! Annem yani öğretmen hanım almış eline oyunu, okumuş. Ufak tefek imlâ hataları dışında değişikliğe gerek yok, demiş. Benim sınıf öğretmenim yani annem olmayan bir başka kadın öğretmen olan öğretmenim, demiş ki, ama hocam görüyorsunuz, çok tehlikeli demiş, annem olan öğretmen hanım tekrar almış ve, evet kangren olmasaymış daha iyiymiş, çocuklar korkabilir demiş. Diğer öğretmen hanım yani benim sınıf öğretmenim olan öğretmen hanım da demiş ki, ama öğretmen hanım asıl korkuncu babanın intihar ediyor oluşu ve valinin karşısında böyle olur mu, demiş. Annem olan öğretmen hanım, oyunu benim öğretmenim olan öğretmen hanımın ellerinden çekip almış ve hadi sen dersine git demiş.
Ben bunları sonradan müdürden duydum. Oyun sahnelendikten sonra büyük bir alkış tufanı koptuğu için, vali müdürü çağırmış ve onun gıyabında beni tebrik etmiş. Aferin, ne güzel öldü, demiş. Ben hep güzel ölümler tasarlamıştım o güne kadar, ama en güzel ölümümü hiçbirine göstermemiştim.
Kızım kangren olmuştu benim yüzümden. Ellerini bağlamıştım... Yani ben kötü bir babayı canlandırıyordum sahnede. Ve eşim, eşime ne olduğunu niye hatırlamıyorum? 

Kadir Yılmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder