16 Kasım 2016 Çarşamba

“Zaman, sadece birazcık zaman...”


“Kapitalizmde bütün üretim piyasa içindir; mallar insan
ihtiyaçlarını ve arzularını karşılamak için değil, kâr elde
etmek için, daha fazla sermaye edinmek için üretilir.”
J.M.Bernstein

İstanbul TÜYAP ile Türkiye Yayıncılar Birliği’nin her yıl ortaklaşa düzenleyip, geçtiğimiz yıl 7-15 Kasım 2015 tarihleri arasında icrasını gerçekleştirdikleri “34. Uluslararası Kitap Fuarı”nı geride bırakırken günümüzde artık bir edebî yazın sanatı olmaktan ziyade giderek bir endüstri hâline bürünen edebiyatın üretim ve tüketim sürecini oluşturan safhalarının net bir şekilde görülmesi, olumlu ya da olumsuz sıkıntılarının iyice anlaşılması için yayıncılık sektörünün nasıl ve hangi verilerle işlediğinin incelenmesinde fayda vardır. Evet, “Edebiyat Endüstrisi” diyoruz ve edebiyat endüstrisi kavramı derken de edebiyat üretimine kaynak oluşturan materyalleri, okuyucuların yazara, kitaba, edebiyata ulaşımını, edindiği edebî materyalleri tüketmelerini sağlayan sistemin toplamını kastediyoruz. Bu süreçte nelerin edebî değer taşıdığı, okurun tercihine sunulmak üzere kitap türlerinden hangilerinin yayımlanması gerektiği konusunda karar verme yetisini elinde bulunduran yayınevleri, yazar ajansları ve editörlerin üstlendikleri rol yadsınamaz. Çünkü bu kişi ya da kurumlar bulundukları konum itibariyle edebiyat ortamını yoğuran, yönlendiren, şekil veren, biçimlendiren, yeni edebi tür ya da zevkleri keşfeden, keşfettikleri yeni yazarları okurların beğenisine sunarak talep yaratan bir işleve sahiptirler.
1980’li yıllardan itibaren giderek çok uluslu bir yapıya bürünen yayıncılık sektöründe bilhassa internetin yaygınlaşmasından kaynaklı etkiyle yeni yayınlanan kitap sayısı hızlı bir yükseliş ivmesi kazanırken, ürettiği metinlere hiç aşina olmadığınız yüzlerce yeni isim «Benim de bir kitabım oluversin» diyerek ipe sapa gelmez şeyleri kitaplaştırırken bunların bazıları yazdıklarını kitaplaştıracağı bir yayınevi bulamayınca “Unkapanı Türkücüleri” gibi kitabının basım masrafını kendisi karşılamaya hatta “Satılmazsa da eş, dosta gönderirim” diye düşünmeye başladı. Yayınevleri de tıpkı kitaplar gibi aynı oranda çoğalmış durumda. Aralarında grup oluşturup, kendi düşüncelerine yakın olan kitapları basmak için yayınevi açanlardan tutun da “Bu işte iyi para var” diyenlere kadar birçok kişi iştahla yayıncılık işine girmek için kollarını sıvamış durumda. Bu hengamede, ciddi bulduğumuz, bu işe gönül vermiş ve bu işte kendini ispatlamış olan yayınevleri de kitap sayılarını artırmak için hızlı bir yarış ve rekabetin içine girmiş vaziyetteler. Piyasa şartları birçok ciddi yayınevinin “diğerlerinden geri kalmamak” veya ticari hesaplarla henüz kitap olmaya değmez şeyleri okuyucularına sunuyor. Bunların bazıları içerik kadar, dil ve anlatım bozukluklarıyla da okuyucuyu kitaptan soğutuyor. Çeviri kitaplar ise alelacele piyasaya sürülüyor. Biraz ilgi duyulan bir yazarın neredeyse aile sohbetinde konuştuklarından kitap oluşturuyorlar. Bazılarının yayınlanmış bir eserinden ise parça parça yeni kitaplar üretiliyor. Elinize aldığınızda “Ben, bunları daha önce başka bir kitapta okumuştum” deyiveriyorsunuz, anında. Okuyucu bu bulanıklık içerisinde ağız tadıyla okunulabilecek, okuyunca yararlanabileceği kitapların arayışına girdiğinde ise elle tutulur hiçbir sağlıklı, yeterli bilgiye ulaşamıyor. Ortaya çıkan yeni durumun sorumlusu kim ve veya kimlerdir hemen bir hüküm vermek güç fakat edebiyatı ve edebiyat endüstrisini etkileyen bu arabesk oluşumlarda oligopol yayıncılık anlayışının rolü büyüktür. Çünkü çok uluslu yayınevleri çalışmaya karar verdikleri yazarların kitaplarını kendilerinden küçük ve yerel yayınevlerine göre çok daha etkili tanıtma, yayma, satma olanaklarına sahiptirler. Dolayısıyla bu yayınevleri sınırlı sayıda birkaç isme öncelik verip, yatırım yaptıkları yazarların ürettiği, kendi yayıncılık kriterlerine göre “iyi” buldukları, “iyi satan” metinleri daha geniş kitlelerle buluştururken, listeleri dışında tuttuğu diğer yazarların geniş okur kitlelerine ulaşma şansını azaltmakta, aynı zamanda edebiyatın çeşitliliğini  bir kenara bırakarak memleketin edebiyatını ya da “iyi” edebiyatı yalnızca kendi seçtikleri yazarın kitapları seviyesine indirgemektedirler. Bu yazıyı okuyanların tam bu noktada aklına şöyle bir soru gelmesi sanırım kaçınılmazdır.

“İyi” edebiyat ya da “iyi satan” gerçekten “iyi edebiyat”
mıdır?

Şimdilik “Zaman, sadece birazcık zaman” diyelim. Gerisini, siz değerli okurlar, anlarsınız, çoktan anladınız bile zaten.

Keyifli okumalar…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder