14 Ağustos 2014 Perşembe

BAŞLANGIÇTA NE VARDI?


Dinin, bilimin ve felsefenin ilk sorusu olarak karşımıza çıkar bu soru. Bu nedenle, her düşünce kendisini bir başlangıç hikâyesiyle şekillendirir. 'Başlangıçta ne vardı?' sorusuna verilen cevaplar, ilerleyen her sorunsala karşı yürütülen düşüncelerin de kaynağı olur. Kimi felsefi ekollerin tanrılık vasfı yükleyerek ilkil (primary) erk olarak karşımıza çıkardığı insan tekili, varoluş üzerine şekillenen her bir düşünce mecrasının da etkin merkezine oturur. İşte burada insan tekilinin bölünmüşlüğü üzerine var edilmek istenen evren kadına ve erkeğe ayrı ayrı alanlar, sayfalar açar. Erkek, ilkil görülür ve dişil olan sadece erkeğin gücünü devam ettirmenin bir ara safhası kabul edilir. Dişil olan aynı zamanda tüm evrende de aynı konuma yerleştirilir. Evren'le biyolojik bir mücadele içerisine giren, sokulan insandan, sürekli olarak erkeğin öncüllüğü üretilir. İnsan dendiğinde var edici güç, erkek olarak betimlenir.
İncil'de, Tanrı'nın erkek olduğunu ima eden vurguların yer alması Batı düşüncesinin bilinç altını besler. Tanrı'dan bahsedilen iki yüze yakın yerde eril terimler kullanılmakta. İsa Mesih, Tanrı’dan söz etmek için sadece Müjdeler’de yaklaşık 160 kere “Baba” sözcüğünü kullanır.
Kimi kutsal metinlerin yanısıra bazı antropomorfistler de Tanrı'yı erkek olarak ele alırlar. Yunan mitolojisi tarihin başlangıcında kadınları yok sayar, toplumda sadece erkeklere yer ayırır. Kadını erkek edimleriyle ilintilendirir ve bunu Tanrısallaştırır.
Prometheus’un tanrıdan gizlice ateşi çalıp insanlara vermesine çok kızan baş tanrı Zeus, erkekleri, toplumu cezalandırmak ister ve bunun için kadını yaratmaya karar verir. Bu yaratma esnasında da her bir tanrıçadan değişik özellikleri alıp yarattığı kadına yükler. Zeus’un yarattığı bu ilk kadın Pandora’dır. Zeus Pandora’yı dünyaya gönderirken ona bir kutu armağan eder ve bu kutuyu kesinlikle açmamasını söyler. Ancak Pandora merakına yenik düşer ve bu kutuyu açar. Kutunun içindeki tüm kötülükler, hastalıklar, keder, korku vs. dünyaya yayılmaya başlar. Pandora bunu fark eder ve hemen kutunun ağzını kapatır. Ancak kutunun içindeki bütün kötülükler dışarı çıkmıştır, kutuda kalan tek şey ise ümittir. Erkek-kadın-ümit hemen hemen tüm Yunan mitolojilerinde kendini bu haliyle gösterir.
Yunan mitolojisinde kadın kötücül amaçlarla, erkekleri cezalandırmak amacıyla yeryüzüne sonradan yaratılıp gönderilen ikinci sınıf bir varlık olarak görülmesinin etkileri kuşaklar boyu sürer. Tarihin ilk günlerinden başlayan kadını ikincil konuma, erkeğin varlığının araçsallığına düşüren görüşler çağdaş felsefecilerin görüşlerine de yansır. "Kadın yoktur. Kadın, erkeğin bir semptomudur" diyen J. Lacan aslında geleneksel Batı felsefesinin görüşünü yineler. Kitapta incelendiği gibi sadece Lacan değil, birçok Batılı kuramcı da kadını erkekten ayırarak erkeğin uzağına iter. Filogenetik/soyoluşcu açıdan bakıldığında tüm canlılar da olduğu gibi kadının sadece bir “üreme/kopyalama makinesi” olarak görülmesi, erkeği tanrısallığa çıkarmayı, kadını da onun uzağında, aşağılarda bir yerde konuşlandırmayı kolaylaştırmıştır.
KADINA AD BULMAK
Tarihin akışı içinde kadını geriye iten düşüncelere karşı başlatılan mücadeleler sadece özgürlük ve hak eşitleme talebinin ötesine gidemedi. Oysa bu eşitsizliğin temelini, daha derinlerde aramak, sorunun kökenine yönelerek kadın sorunsallığına sağlıklı ve mantıklı cevaplar bularak kadını başlangıçtaki yerine oturtmak gerekliydi.
İşte, bir postmodern feminist olan Luce Irıgaray, "Başlangıçta Kadın Vardı" adlı eserinde felsefenin ilk yıllarına uzanarak, Batı'nın bilinç altını besleyen ataerkil şifreleri çözmeye çalışıyor. Varoluşun kökenlerinden kadının çekip alınmasıyla oluşturulan boşluğu yeniden doldurmaya çalışarak, yabancılaşma ve hiçliğin başat şekilde görünmesinin nedenlerine, kadın-erkek yapılandırmalarının ne tür toplumsal metamorfozlara yol açabileceğine ayna tutuyor.
Irıgaray, Batı'nın kadın konusuna yaklaşımında eski Yunan'dan etkilendiğini düşünür. "Batı kültürü neden Yunanistan'la başlamak zorunda? Neden böylesi bir yarık, evvel geleneklerle, başka kültürlerle beraber işaret edilir?" diye sorar. Batı'nın, kadını alt katmanda konuşlandırmasının kodlarını Sokrates öncesi düşünceden itibaren arayan Irıgaray, çeşitli yaklaşımları analiz ederek kadının geriye itilişini besleyen düşünceleri, inançları irdeler ve kendince çıkarsamalarda bulunur. Kimi antik Yunan felsefecilerinin ve kutsal metinlerin, mitolojilerin kadını nasıl hayatın merkezinden söküp aldığını "usta", "öğrenci" yaklaşımıyla formüle eder. Kutsallığın aslında "dişil" olduğunu, ancak buradan alınan bilginin "usta" yani erkek kimliğine büründürülüp, bu yolla "öğrenci"ye aktarıldığını ve böylece erkeğin, kadından bir nevi rol çaldığını iddia eder. "Usta, üzerinde çalıştığı söylemde dişiden aldığı şeyin kim ve ne sayesinde oluşturulduğunu genellikle gizli tutar. Kelimeler eksik kaldığı ya da bu kaynağı kendisine saklamayı tercih ettiği için ondan pek söz etmez; çünkü kadınla olan ilişkisi hakkında konuşmak istemez ya da bunu yapamaz."
Irıgaray’a göre kadın sorunsalını bütünüyle kavramak ve doğru değerlendirmelerde bulunabilmek için konunun Batı yaklaşımlarının üstünde bir yaklaşımla ele alınması gereklidir. Bunun için Batı kültürünün empoze ettiği kalıpların dışına çıkılmasını zorunlu görür."Bizden istenen, insan gelişiminin yeni bir aşamasına, sanatın, felsefenin ve dinin Batılılar olarak bildiğimizden farklı, başka bir anlamda donatıldığı ve farklı bir şekilde uygulandığı yeni bir çağa adım atmamızdır." der.
Ağırlıklı olarak Freud'çu psikanalizlere başvurularak "erkek" çözümlemelerinin yapıldığı ve bu yöntemle kendine ait bir dil oluşturma gayreti göze çarpan kitapta, esas itibarıyla Batı'nın kadın algısını oluşturan antik Yunan felsefecilerinin kadını yok ediş ve erkeği bir "usta" olarak var edilişi örneklenerek ele alınır. Bu yönüyle kitap, Batı'nın kadını yok edişinin bir kritiği sayılabilir.
Irıgaray’ın, eserinde "mutlak" bir yaklaşım olarak karşısında erkek öznelliğini görmesi, bir başka tartışmaya kapı aralar nitelikte. Bu ön kabul nedeniyle kadını "öteki" olarak karşıtlandırmanın sonucunda da bu kez erkek, kadından kat be kat aşağılara indirilmekte. Tanrısallık ve bireyin varlığını dişilliğe sabitleyen bakış açısı, (belirgin bir şekilde) erkeği "yok" hükmüne düşürüyor. 'Erkek, dünyada doğmuşa ya da diğerleri arasında onu hoş karşılayan, kendi hayatını yaşayan bir evrende yer alıyormuşa henüz benzemez.', 'Erkek, kadın tarafından canlandırılan enerjiyi beslemek, coşkuyu ve hayranlığı dönüştürmek yerine kelimelerle oynar.'
Kutsalı, kadınla anlamlandıran Irıgaray, erkeğin Tanrıçadan uzaklaşmasıyla, kendinden de uzaklaştığını, kendi “logos”una tutsak düştüğünü öne sürer; "Kadından -ya da Tanrıçadan- koparılan erkekler kendilerinden uzaklaşırlar. Özsuyundan ve enerjiden yoksun bir halde dolaşırlar."
Kitabın son bölümü ise, erkeğin “kendi” olma isteği karşısındaki çaresizliğini haykırır nitelikte. Kadından, Tanrıçadan uzaklaşan(Batılı)erkeğin, sürekli bir öze, kendine dönüş istemi halinde olduğunu ancak bunu başaramayacağını anlatır. "Batı kültüründe, evden, kendinden uzaklaşmaya paralel olarak dönüş temasını buluruz. Kahraman evine döner, ama kendine döner mi? Emin değilim."der.
Kadın sorunsalının kökenleri üzerine yazılmış bu kitap, çatışmacı kültüre sahip olan Batı kültürünün bir eleştirisi de sayılabilir aynı zamanda. Batı'nın "kadın" algısının kutsal ve mitolojik etkilerinin tümüyle Batı kültürüne geçtiği savıyla yapılan değerlendirmeler bu iddiayı doğrular nitelikte. "Başlangıçta Kadın Vardı" bu sebeple daha çok feministlerin el kitabı olabilecek nitelikte. Doğu kültüründe kadının nasıl değerlendirildiğinin irdelenmediği bu eserde yer yer hakikat kırpıntılarına rastlanmakta. Ancak, yine de  erkek-kadın bütünlüğüne dayalı evrenin zıtlıkları arasından fışkıran hakikatin sınırlarında geziniyor sadece.
Semiha KAVAK
STAR Gazete-Kitap 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder