13 Ekim 2014 Pazartesi

İHTİLAL, İHTİRAS VE İDEAL




‘SAĞ BAKIŞ’LA ’68 KUŞAĞI

Türk siyasetindeki toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı Osmanlı'nın Tanzimat'la hızlanan Batılılaşma hareketinin bir uzantısı şeklindedir. Model olarak Batı demokrasi modelini kendine örnek alan Türkiye cumhuriyeti, süreç içinde Batı'nın tüm kurumlarını aynen aktarma yoluna girmiş, bu süreç toplumsal yapımızda da zaman zaman çalkantılara yol açmıştır. Batıdan aktarılan kurum ve kuruluşlar Batılı tarzda yaşamı da içselleştirmiş, değişen toplumsal yaşamla birlikte Batı'da yaşanan sorunların benzerleri de ülkemizde yaşanır hale gelmiştir.
Türkiye'de sivillleşme, demokratikleşme gibi olgular Batı tipi kurumların yerleşmeye başlamasıyla söz konusu olmuştur. Bunların kurulma ve gelişmeleri demokrasimizin ikinci evresi kabul edilen çok partili döneme geçmemizle birlikte ortaya çıkmıştır. Siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, üniversiteler ile benzeri birçok kurum ve kuruluş bu dönemle birlikte kurulmaya başlamışlardır. Bunların sistem içinde kökleşmesiyle birlikte de Batı'da bunların varlıklarıyla ortaya çıkan sorunlar ülkemizde de görülmeye başlamıştır.
Türkiye'de çeşitli sosyal çalkantılar sistemin çoğulcu yapılanma içine girdiği dönemlerden itibaren gitgide kronik hale gelir. Yakın dönemi etkileyen sosyal/toplumsal hareketlerin en önemlileri siyasal, sendikal ve öğrenci hareketleridir. Bu hareketler 68 kuşağı denilen kuşağın kontrolünde gelişmiştir.
Türkiye'de 68 kuşağı olarak anılan aralarında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil gibi solcu/devrimci isimlerin liderliğinde oluşturulan hareket o gün bugün Türk siyasetini etkilemiştir.
  
İHTİLAL, İHTİRAS VE İDEAL

Erol Kılınç “İhtilal, İhtiras ve İdeal 68 Kuşağı Hakkında” adlı eserinde 68 kuşağını “karşı mahalle”den inceleyen dönemin şahidi bir ülkücü. 300 sayfayı aşkın kitabında dönem üzerinden çeşitleme yapmış. Kitabında 68 kuşağını doğuran koşulları ele aldığı gibi yer yer hatıralara değiniyor. 6 bölümden oluşan eserinin giriş bölümünde Kılınç, kitabın yazılış amacının bir dönemi incelemenin ötesinde o döneme gelişin ayak izlerini irdelemek olduğunu belirtiyor. ”Maksadım hatıralarımı anlatmak değil; asıl anlatmak istediğim, bu tartışma ortamını 1968’e geldiğimizde kaybettiğimizdir. Ne oldu da birbirimizden ayrı kutuplarda saf tutup, birbirimize karşı tahammülsüz olduk ve düşman kesildik. Bunun sebebi gerçekten taşıdığımız fikirler miydi, yoksa başka etkenler mi bizi bu hale getirmişti?”

Ancak daha kitabının ilk sayfasında 68 kuşağının bir utanç vesilesi olduğu yargısında bulunuyor; ”Bir 1968 kuşağı lafıdır gidiyor; efsane üslûbunda takdim edilmiş bir takım eylemler, destan özlemi çeken gençleri cezbediyor. Konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi olanlar, çoğu 1968 kuşağı içinde yer almış gazeteci takımının sanki iftihar vesilesiymiş gibi kulaklarına üfürdüğü bu dönemdeki hareketlerini, mahiyetini tam da anlamadan alkışlamaktalar. Görülüyor ki, propaganda, efsunlu bir şey; siyahı beyaz gösterebiliyor, utanılacak şeyleri övünç gibi sunabiliyor.”
68 kuşağı diye bilinen ve siyasi-toplumsal yakın dönemimizi etkileyen öğrenci hareketi Türkiye’yi 1980 ihtilaline götüren bir dönemin taşıyıcısı kabul edilebilir. Ülke adım adım buradan beslenen eylemler, tartışmalar neticesinde bir çatışma ortamının içine girdi ve darbe toplumun ”Artık buna bir çare bulunmalı” dendiği bir ortamda gerçekleşti.
Darbenin hemen ardından Demirel’in “Nasıl oluyor da 11 eylülde akan kan 12 eylülde birden kesiliyor?” şeklinde yönelttiği sorudan da anlaşılabileceği gibi karanlık bir el 1960 ihtilalinden yeni çıkmış, demokrasiyi yeniden inşa etmeye çalışan ülkeyi tekrar kaos ortamına sürükleyerek askerlere teslim etmiş, yaşanan büyük mağduriyetler ve acılarla birlikte demokrasimiz önemli bir kesintiye uğratılmıştı.
Kılınç, kitabında 1980 askeri darbesine gelininceye kadar ortaya çıkan olayların dış kaynaklı olduğuna dikkat çekmenin ötesinde 68 kuşağıyla sosyalist Sovyetlerin yayılmacı ve totaliter yüzünün örtüldüğünü, onların Sovyet propaganda yöntemlerinin kurbanları olduğunu ima etmekte. ”Dünya ve Türkiye, 1968 Kuşağı denilen kuklaların oynadığı cambazlıklara bakıyor, kulaklar bunların gürültüsüyle doluyor.”
1960’lı yıllar Türkiye’nin siyaseten en çalkantılı ve en acılı dönemlerinden biri olduğu kadar muhafazakar siyasete de en büyük darbeyi indirmiş, böylece solun filizlenmesine de ortam hazırlamıştır. Halkın büyük teveccühüyle iş başına getirilmiş Menderes iktidarı sudan bahanelerle iktidardan alaşağı edilmiş ve ”Sizi buraya getiren güç böyle istiyor.”nidaları arasında seçimle gelmiş bir başbakan ve iki önemli bakanı idam ediliyordu. Meclisin feshi, demokrasinin askıya alınması binlerce insanın gözaltına alınması, milletvekillerinin tutuklanarak idamla yargılanması, görevden el çektirmeler, cezalandırmalar, çeşitli psikolojik baskılar ve mağduriyetle muhafazakar bir kitle yeniden sistem dışına itiliyordu.
Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmasının asıl nedenlerinden birinin, DP iktidarının ABD karşısında yeni bir siyaset dengelemesine giderek Sovyetlere yanaşmak ve onunla işbirliğini geliştirmek istemesi  kaynaklı olmasına rağmen kamuoyunda iktidarın ülkeyi her şeyiyle ABD’ye teslim ettiği, bunun için dini de siyasete alet ederek  böylece halkın desteğini aldığını, sonuçta dindar görüntülü, sağ bir iktidar olan DP’nin ülkeyi ABD’nin payandası haline getirdiği algısı yaratılmış ve böylece askeri bir darbeyle(sözde) ülke bu tehlikeden kurtarılmıştı. Menderes’in; bir Nato yükümlülüğü olmasına rağmen Kore’ye Türk askeri göndermiş olması da onu ABD payandası olarak sunmaya yarayan önemli bir gösterge gibiydi.
İşte bu algılar üzerinden yapılan darbenin ardından ülkeyi yeniden demokrasiye geçirmek için yapılan çalışmalarda çağdaş/demokratik bir anayasayla ülkenin yaralarını onaracağı ve yaratılacak özgür ortamda toplumun daha kolay gelişeceği öne sürülerek 1961 anayasası meydana getirildi. Kimilerinin ”geniş elbise” dediği bu yeni anayasa muhafazakar kadroların askeri darbeyle dağıtılmasıyla tamamen Batı’ya ayarlı sol kadroların her yere rahatça yerleşmesini ve etkinlik kurmasını sağladı. Artık üniversitelerden, askeriyeye kadar her kesimde sol örgütlenme kendini hissettirmeye başlamıştı.
Bunun yanısıra Sosyalist Sovyetler de ideolojisinin yaygınlaşması için dünya üzerinde yoğun bir propaganda yapıyor ve adeta Sovyetler’i bir cennet göstermeye çalışıyordu. Bir yandan da kendi bloğu içinde bulunan devletlerde farklı ses çıkmasını engelliyor, böylece hem askeri güç, hem de propaganda gücüyle dünyayı etkiliyordu.
Kılınç, kitabında 1968 kuşağını Sovyetlerin bu politikalarının etkilediğini öne sürmekte. Macaristan’ı tanklarıyla ezen Sovyetlerin, Çekoslovakya’yı da sudan bahanelerle işgal etmesinin Türkiye’yi olumsuz etkilememesi için sol gençliğin devreye sokulduğunu, böylece dikkatlerin başka yöne dağıtıldığını iddia eder. ”Bizdeki 1968 efsanesinin kahramanları, Çekoslovakya’nın ‘Prag baharı’ denilen uygulamalarının etraftaki SSCB kontrolü altındaki ülkelere kötü örnek olmasından büyük rahatsızlık duyan Komünist Rus yönetiminin işlediği açık cinayetleri perdelemeyi ve hatta Sovyetleri desteklemeyi kendi solculuk şereflerinin bir gereği sayanlardır. 1968 haziranından itibaren -bu tarihe özellikle dikkat edilsin- Batı Almanya’da, Fransa’da ve Türkiye’de geniş çaplı gençlik hareketleri ile hürriyet ve kalkınma taleplerini, anti-emperyalist ve anti-Amerikancı-Nato aleyhtarı eylemlerle gölgelemeye çalıştı ve Dünya kamuoyunun dikkatlerini Çekoslovakya ve Dubçek hadisesi üzerinden başka noktalara doğru çekti."
Kitabın 2.bölümünde Dünya’da 1968 yılında yaşanan manzaraya dikkat çeken Kılınç, aynı zaman dilimi içerisinde ABD ve Batı’da meydana gelen öğrenci hareketlerine, çeşitli eylemlere örnekler veriyor. ABD  ve Fransa’daki büyük öğrenci eylemlerinin yanısıra Japonya, İngiltere, İspanya, İtalya, Almanya gibi ülkelerde meydana gelen öğrenci olaylarının hareket noktalarını ele alıyor. Bu örneklerde de görüleceği gibi tüm eylemlerin hedefi Batı dünyasıdır ve temelinde Kore ve Vietnam savaşı karşıtlığı ile bazı özgürlük talepleri vardır. ”Bu özetten anlaşılıyor ki, Mayıs ortalarına gelinceye kadar ABD, İngiltere başta olmak üzere kapitalist hür dünya üniversitelerinde öğrenci eylemleri oluyor, fakat bunlar ağırlıklı olarak ABD’de askere gidip de Vietnam’da ‘boş yere’ ölmek ve sakatlanmak istemeyen savaş karşıtları tarafından yapılıyor veya İtalya ve İspanya’da olduğu gibi, Vietnam savaşının reddi yanında garnitür kabilinden üniversiteyle ilgili bazı talepler öne sürülüyordu.”
Kılınç’a göre bütün bu eylemlerin beslendiği kaynaklar Sovyetlerin sosyalist ideolojisiydi ve Sovyetler Macaristan’ın ardından, Çekoslavakyayı’da işgal ettiğinde dünya kamuoyunda karşı karşıya kalacağı kötü imajı yıkmak için bu eylemler bir örtü niteliği taşımaktaydı. Dünyanın çoğu yerinde ve Türkiye’deki gençlik hareketlerinin temelinde bu vardı. SSCB, Türkiye’de  olduğu gibi Batıda’da başka grupları hareketlendirmişti. ”Almanya’da Baeder Meinhof çetesi, İtalya’da Kızıl Tugaylar ve Fransa’da Kızıl Deny, Türkiye’de de Dev-genç ve Deniz Gezmiş başta olmak üzere solun pek çok fraksiyonu ve militanı Sovyetler Birliği’nin estirdiği bu propaganda dalgasının etkisiyle veya Filistin kamplarında yetiştirilerek ülkeye sokulan piyonların devreye girmesiyle eylemlere giriştiler.”
Kılınç, TİP’in bölünmesinin Sovyetlerin Çekoslavakya’yı işgaliyle ilintili olduğunu belirtiyor ve TİP genel başkanı M.Ali Aybar’ın ”Büyük sosyalist devletlerin sosyalizmin menfaatlerini korumak adına da olsa küçük sosyalist devletlerin içişlerine karışmaları kabul edilemez“ şeklindeki ifadelerine atıfta bulunarak Aybar’ın açıkça işgale karşı çıkmasını bölünme nedeninin gerekçesi olarak görüyor. Daha da ötesi, Aybar’ın önce parti genel başkanlığından sonra da parti üyeliğinden ayrılmaya itilmesinin asıl amacının o günlerde solun merkezi durumunda olan TİP’in parçalanarak meydanın Sovyetler Birliği’nden yana bir partiyle, solcu öğrenci gençlere bırakılması olduğunu belirtiyor. ”Aybar, o günden sonra Türk kamuoyunda unutturuldu. Demek ki uşak olmayı reddederek Türkiye için bir sosyalizm düşünüyor olması, uşak zihniyetli solcularımızın hesabına uymuyordu!..”
Kılınç’a göre ”Türkiye, sol ve sosyalist hareketlerin gelişmesine müsait bir ülke ve toplum yapısına sahip değildir”, “Buna rağmen bu hareketlerin hem Sovyetler hem Batı tarafından desteklenmesinin, beslenmesinin asıl amacı Türkiye’yi parçalamaktır. Asıl hedef ise İstanbul ile boğazların ele geçirilmesidir.”
1968 Kuşağını etkileyen ve ABD-Batı aleyhtarlığına iten dış etkenlerin yanısıra önemli iç etkenler de var. Bunların ana nedenlerinden biri de Kıbrıs’ta, Rumların Türklere uyguladığı katliamlara karşı ABD’nin Türkiye’ye karşı takındığı olumsuz tutumun toplumsal etkileridir. Kendilerine karşı her gün artan şiddet ve zulme karşılık Türkiye’den medet uman Kıbrıslı Türkler bir türlü Türkiye’den istediği desteği alamazlar. ”23 Aralık 1963’te Kıbrıs’ta 3 Türk EOKACI’lar tarafından şehit edilir. Nihayet Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uçtular. Rumlara karşı ilk uyarı yapıldı. Başbakan İnönü, TBMM’de konuştu. Kanun nizami haricinde bir muamele ve tecavüz yapmak isteyenlere karşı kuvvetlerimiz, irademiz sarsılmaz bir surette tesir gösterecektir.” İnönü’nün Kıbrıs’a müdahale sinyali vermesinin ardından ABD Başkanı Johnson İnönü’ye bir mektup yazar ve adeta açık bir tehditle Türkiye’nin böyle bir şeye girişmemesini ister. Bunun  üzerine İnönü yumuşak bir üslûpla cevap verir ve ABD’ye gidip görüşme talebini mektubunda dile getirir.” “Sonradan-1966 yılında-açıklanan bu mektubun metni o günlerde kamuoyunda malum değildi. Ama içeriğindeki bu hesap verici ve alttan alıcı üslup ve tutum herkesin tahmin ettiğinden farklı değildi ve son derece haysiyetimize dokunuyordu” Ancak bu durum toplumu da alabildiğine geriyor, zaten ABD ye karşı çıkan  sol gençliğin halkta taban bulma arayışlarını kolaylaştırıyordu. Yurdun bazı bölümlerinde ABD karşıtı eylemler yapılıyordu.” Bunlar genellikle Ankara, İstanbul, İzmir ve diğer şehirlerde yapılıyordu. Kıbrıs hakkında ve Amerika aleyhinde nutuklar, sloganlar atılıyordu. Johnson’un maketleri yakılıyordu..”
Yaşadığı dış sorunlar  nedeniyle ABD’den gerekli desteği göremeyen Türkiye içte de önemli siyasi sorunlarla karşı karşıya kalıyordu. Kılınç kitabında bu sorunlara kronolojik olarak değinmekte. (syf.88-108) Kıbrıs’ta yaşananlar ve iç siyasette yaşananlar Türkiye’yi hızlı bir şekilde kaosa sürüklüyordu. 1965’li yıllara gelindiğinde, sağ partiler yeniden iktidara taşınıyor ve bu durum ise ABD aleyhtarı sol gençliğin tepkisini büyütüyordu. Artık eylemlerin boyutu iktidarı destekleyen halk kitleleriyle, ona karşı olan sol çevrelerin dayanışmasına dönüşüyordu. Solun bilhassa üniversite çevresini etki altına alıp üniversiteleri kurtarılmış bölge haline çevirmek istemesine tepkiler oluşuyor bu kez de milliyetçi-mukaddesatçı çevreler de bunlara karşı örgütlenmeye başlamıştı. İşte bu örgütlenmelerin ilki ülkücü örgütlenme oldu. Hareketin siyasi lideri Türkeş’in talimatlarıyla ülkücüler hızla örgütlenmeye başladılar. Böylece üniversitelerde sol-sağ çatışmaları da başlamış oldu. Üniversite olaylarında ilk ülkücü kurban ise, Ruhi Kılıçkıran oldu. Kılıçkıran 4 ocak 1968’de vurularak öldürüldü. Böylece Türkiye her günü yeni durumlara gebe bir olaylar zincirinin içerisine sürüklendi. Gün geçmiyordu ki silahlar konuşmasın, yaralamalar, kavgalar, baskınlar, kuşatmalar, işgaller yaşanmasın. Bu atmosferde ABD 6.Filosunun 17 temmuz 1968’de Türkiye’ye gelmesi ise olayların büyümesine yol açtı. Yapılan gösterilerde yaralananlar oldu.
11 Şubat 1969’da Beyazıt kulesine Kızıl bayrağın çekilmesiyle toplumsal gerginlik hızla tırmandı. 6.Filonun aynı tarihte yeniden Türkiye’ye gelmesi ise gerginliği tetikledi ve  6.Filoya karşı yapılan çeşitli eylemlerin boyutları daha da genişledi. Dini grupların da çatışmalara katılmasıyla meydana gelen gösterilerde 2 kişi öldü.
Artık bundan sonra olaylar dur durak bilmeyen bir mecraya doğru sürüklendi. Kılınç kitabının 108. Sayfasından 165.sayfasına kadar 1967 yılından, 1973 yılına kadar gelişen konuları gün be gün özetlemekte. Türkiye'deki sol gençlik hareketinin, idamlar ve Kızıldere’deki ölümlerle gelişen ve Türkiye’yi bir darbeye götüren yolun  tamamen Sovyetlerin planlamasıyla geliştiğini öne süren Kılınç,  68 kuşağıyla ilgili sonuç olarak şu yargıyı yürütür:
“Sovyet Rusya’nın asıl amacı, özellikle Çekoslovakya olaylarını; bilhassa Ağustos ayında gerçekleştirilecek olan Kızılordu’nun Prag’ı işgalini perdelemekti..
İkinci bir amaç ise, Türkiye, Batı Almanya, Yunanistan, Kıbrıs, Afganistan gibi sol ve sosyalist cereyanların kuvvetli etkisi altında bulunan ülkelerdeki yandaşlarının Çekoslovakya hadiselerinden dolayı SSCB karşıtı bir pozisyon almalarına fırsat vermemek; bu müdahale ve askeri işgal hareketinin, ’küçük yaramaz sosyalist bir ülkenin, sosyalizmin yüksek çıkarları uğruna terbiye edilip hizaya sokulması’ şeklinde anlaşılmasını sağlamaktır.”
“Türkiye’de 68 kuşağını teşkil eden lider kadrosundakilerin önemli bir kısmı, sırf bu olayları çıkarsınlar, karmaşa ve terör yaratsınlar diye yetiştirilmişlerdi.”
Kitabın 4.bölümünde askeriye içerisindeki sol yapılanma ve cuntacılar ele alınıyor. Bu doğrultuda gelişen olaylarda ülkücüler olarak nasıl tavır aldıklarını, siyasi lider Türkeş’in kendilerine tavsiyelerine, siyasi açıklamalarına yer verir. Bu bölümde yine bir gençlik örgütü olarak ortaya çıkan islamcı bazı gruplarla ilgili ilginç tespitlerde bulunur. ”Ülkücüler  her tarafta ülkü ocakları açmaya başladılar, bu gençler ’Türklük şuuru ve gururu, İslam ahlak ve faziletini’ slogan olarak her yerde dile getirmeleri yüzünden de millet nezdinde çok büyük bir hüsnü kabul görüyorlar, komünistlerin yarattığı ve hükümetlerin aciz gösterdiği devrimci gençliğin işgal, boykot vb. olaylarını ve komünizm propagandalarını durdurmalarından dolayı ülkücüleri bağrına basıyorlardı...
İşte tam bu sırada bir fitne hareketi başladı: ‘Önce Türk müsün, Müslüman mısın?’,  ‘İslamda milliyetçilik yoktur’, ‘Komandolar komünistlerden daha tehlikelidir.’ ‘Ülkücüler dinsizdir’.
Bu sloganlarla ülkücülere karşı ahaliyi kışkırtıyorlardı. Bu grupları ‘Akıncılar’ adı altında Erbakan’ın “Milli Görüşçü” hareketi etrafında teşkilatlandırdılar.”
“Ülkücülere hem iktidardan, hem ana muhalefetten, hem devrimci militan ve basından ve hem de bu ‘müslüman’ kardeşlerimizden saldırılar sürüp gitti. Erbakan ‘Onlar bizim namaz kılmayan kardeşlerimizdir’ demesine rağmen, ülkücüler hakkında tek müspet laf etmemiştir.”
Kılınç bu konulara burada neden yer verdi bilemiyoruz. Erbakan’ın o sözü nerede, ne zaman söylediğiyle ilgili bir dipnot sunsaydı hiç olmazsa! Ayrıca 1976 yılında kurulan Akıncılar teşkilatının M.N.P ile bağlantılı değil M.S.P ile bağlantılı,onun gayri resmi uzantısı bir gençlik örgütü olduğunu belirtmekte yarar var.
Kılınç kitabının 5. Bölümünü ise Ülkücülere ayırmış. Ülkücülerin partisi durumunda olan MHP’nin kurulması, ülkücülerin örgütlenmesi, siyasi lider Türkeş’in ülkücülere katkıları, Necip Fazıl’la buluşmaları ve N.Fazıl’ın “Birlikte darbe yapalım” teklifini reddi, ülkücü gençlerin yetiştirilmesi, mücadeleleri ve amaçları gibi konuları ele alıyor.
Kitabın son bölümü olan Ekler bölümünde Türkeş’in kitapta geçen konularla ilgili bazı  konuşmalarının tam metni, ülkücü liderlerin ülkenin geleceğine yönelik yetkililere yazdıkları mektuplarla ilgili bölümlere yer verilmiş.
315 sayfadan oluşan bu kitap bir döneme ülkücü gözüyle bakış olarak okunması önemli görülebilecek eserler arasında. Bu alanda eser çeşitliliğinin az oluşu dikkate alındığında o dönemi yaşayanların kendi görüşlerini de bu gibi kalıcı eser haline getirmeleri de oldukça önem taşıyor.


Semiha KAVAK
Edebistan


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder