3 Kasım 2014 Pazartesi

BİR MİSTİK MUHALİFİN GELECEĞE YOLCULUĞU


Tarih 1904. Mayıs'ın 26'sı. Perşembe günü sabaha karşı ailenin tek çocuğu olarak dünyaya gelen Necip Fazıl Kısakürek’in o anki sûreti, adeta gelecekteki derin sancısının, iç çatışmalarının bir habercisi gibiydi. Başı gövdesi kadar olan bu çocuğun yaşayamayacağını düşünen doktorları bile yanılmışlardı. O vücûd, deha denilen aklın mekanı olan çilekeş bir kafanın peşinde sürüklenecekti hep! Kendi içinde bir çelişkiyi andıran vucüdu, ömrü boyunca çelişkileri yakalamaya adaydı.
Necip Fazıl’ın edebî kişiliği, Paris’te eğitim gördüğü yıllarda şekillenir. Şiirlerinde yakından tanıdığı Fransız şiirlerinden izler görülür. O tarihten sonra şiirini etki altına alan mistisizmin, Baudelaire’in şiirlerinden esinlenme olduğu öne sürülür. Kendisi ise hiçbir şekilde bunu kabul etmez. “Necip Fazıl, gelmiş geçmiş hiçbir şairin hiçbir mısraına gıpta ile bakmadığını ve ‘Keşke bunu ben yazsaydım’ diye düşünmediğini söyler. Onun saygı duyduğu ve dilinden düşürmediği şahsiyetler yok değildir. Başta Shakespeare olmak üzere Goethe, Rimbaud, Baudelaire, Pascal bunların önde gelenleri arasındadır. Ama  ona göre bunların hepsi büyük de olsa, neticede birer yanık kafadan ibarettir. Kendisini onların hiçbiriyle mukayese etmez. Buna rağmen piyeslerinde Shakespeare’den ve kısmen Goethe’den (Siyah Pelerinli Adam) kaynaklanan edalar yakalamamız mümkündür.” (Rasim Özdenören-N.F.K Kişiliği Üzerine Notlar)
Necip Fazıl her ne kadar “Hiç kimseden etkilenmedim” dese de o dönemdeki şiirlerine  bakıldığında, açıkça Baudelaire etkisi görülür. Necip Fazıl’daki melankoli, yalnızlık, toplumsal eleştiri ve mevcut yaşantıya içsel tepki, toplumun öne çıkardıklarına ayak uyduramama gibi haller Baudelaire’inkiyle örtüşür.
Necip Fazıl’da Baudelaire gibi dış dünyada olup bitenlere karşı iç dünyaya yolculuğu önemli görmüş ve adeta sorunlu, mayınlı alanlara el atmanın  bir insanî sorumluluk olduğunu düşünmüştür:

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!

Dizeleriyle ta o yıllarda dünyaya bir başka gözle baktığının  işaretlerini verir. Toplumun tercihlerinin kendi tercihleri olamayacağına dikkat çeker. O herkesin baktığı yerden bakmaz dünyaya. Sözleri hem kendine, hem de diğer insanlara yöneliktir. Kendisi gibi diğer insanların da  ölüm gerçeğini anlamasını ister:

Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem: Haberin var mı öleceğinden? (1939)

Necip Fazıl’ın yaşadığı çağ bir savaş ve yokluklar çağıdır. Daha çocukluğunda dünya büyük bir çalkantı yaşamış, imparatorluklar çökmüş ve yeni arayışlar hızla filizlenmeye başlamıştır. Ardından I. Dünya Savaşı çıktığında Necip Fazıl 10 yaşındadır. Bu yaşta iken İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na katılır ve 14 yaşındayken savaş biter. Osmanlı yenilmiş, ülkemiz işgal edilmiştir. Bu savaş esnasında yaşanılan kıtlıklar, yokluklar, kuyruklar onun adeta beynine kazınmıştır.
İşte böylesi bir çalkantılı dönem, her şeyi derinlemesine anlayan bir şairi-düşünürü elbette derin tahlillere götürür. Çelişkiler içerisinden bir söylem dili geliştirenlerin tümünde, normal, tek düze yaşantıdan elde edilen gözlemlerden daha derin gözlemler ortaya çıkar. Necip Fazıl’ın da, gözünde dünya gittikçe anlamsızlaşır, küçülür:

Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde homurtular, inanma diye gülen.

Necip Fazıl’ın şiiri bu kaos ortamında kendine bir dil arar. Giderek insana yabancılaşan bu dünyaya karşı tek çıkış yolunun manevi duygu ve düşüncelere yaslanarak konuşmak olduğunu düşünür. Onun şiir dilinin metafizik alana kaymasının iç çalkantılarla ilişkisi olduğu kadar, dış dünyaya karşı da bir manifesto niteliği taşıdığı görülür.

BİR MANİFESTO DİLİ: ŞİİR

Dünyada yaşanan yeni paylaşım savaşı, o dönem düşünürleri de yeni bir arayışa itmiş, sanayi devrimiyle canavarlaşan kapitalizme karşı bir tepki olarak yaygınlaşan düşünceler yeni bir edebiyat söyleminin de gelişmesine yol açmıştır.
“Necip Fazıl’ın, milletimizin düşünce, sanat ve ideoloji hayatındaki yerini belirleyebilmek için, onun zuhur ettiği dönemin gerek dünya gerek ülke şartlarına bir göz atmakta zaruret vardır. İnsanlık 20.yüzyıla tam bir inkar psikozuna tutulmuş olarak girmişti. Din ve ona bağlı olarak tüm ruhi değerler hayattan kovulmak isteniyordu. Adeta Allah’a karşı savaş açılmıştı. Pozitivizm, materyalizm, komünizm, Darvinizm gibi maddeperest cereyanlar insanlığın üzerinde bir inkar fırtınası gibi eserek, mevcut değerleri alabora ediyor, fertlerin beyinlerini, toplumların düzenini sarsıyordu.” (A.Erdem Bayazıt)
Necip Fazıl bu durumda şiiriyle toplumsal yapıya muhalefet etmenin ancak manevi değerleri öne çıkarmakla mümkün olacağına inanır. Metafizik derinlik ve mistik dil onda hem bir arayışa, hem de toplumsal eleştirinin bir ifade diline dönüşür. Kendisi hayatını, iki ayrı döneme ayırsa bile, aslında ilk şiirleriyle sonraki şiirlerinin dokusu aynıdır. Daha henüz ilk gençlik yıllarında bile hafakanlar beyninin içinde dolaşmaktadır. Şiirlerinde ölüm sürekli konudur, şehrin modern haline bir tepki vardır;

Şehirlerin Dışından
Kalk, arkadaş, gidelim!
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
Böyle geçer ömrümüz,
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler!  (1926)

Şehrin, ölümü düşünmeyen, varlık nedenini sorgulamaktan uzak yaşantısından kaçarak kurtulmak gerektiğini vurguladığı henüz 24 yaşındayken yazdığı bu şiirde olduğu gibi,  buna yakın tarihlerde yazdığı birçok şiirinin  dokusu birbirine çok benzer, neredeyse anlatım aynıdır;

Geceler toprağa benimle inmiş.
Kasırga benimle kopmuş denizde.
Sanırım vebâlı elim gezinmiş,
Çürüyen ağaçta, hasta benizde.
 
Cinnet, şüphe, korku, benim eserim;
Sıcak kalbinizde gizlidir yerim,
Bir kurdum ki, sizi hep diş diş yerim
Ve gezerim her gün elbisenizde… (Nefs-1928)

Necip Fazıl’ın bu şiirleri her ne kadar kendi iç dünyasına yönelik görünse de; toplumla kendi arasındaki farka da dikkate çekmeye yöneliktir. Kendi iç dünyasıyla, toplumun  değerlerini sorgular, ona karşı mistik bir muhalefet geliştirir.
Necip Fazıl’ın şiirlerinde dönemsel değişimler olduğu ileri sürülse de, ilk şiirleriyle, sonraki şiirleri arasında yaklaşım farklılığı değil, derinlik farkı görülür. Sonraki  şiirlerde dil daha çok mistikleşir, daha çok inanca bürünür. Ancak doku hep aynıdır. Henüz 20’li yaşlarda yazdığı “Çan sesi”,”Ölünün Odası” gibi şiirler ömrünün son dönemlerinde “Ölümsüzlük”, “Tabut” “Güzel Şey”, “O Dem” gibi şiirlerinden farklı değildir. Bu nedenle, Peyami Safa; “Necip Fazıl’ın bütün yazdığı şiirler bir şiirin mısraları gibidir” der.

BİR MİSTİK MUHALİFİN GELECEĞE YOLCULUĞU

Necip Fazıl’ın şiirleri, diğer eserlerinde olduğu gibi, tarihi farklı bir gerçeklikle ele alan ve buradan çıkarılan dersleri topluma manevi bir hava içinde nakşeden bir bütünlük içerisindedir. Onun şiirleri bireysel  olduğu kadar toplumun da ana damarlarına ulaşır. Dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu olumsuz şartların  değiştirilmesi için tarihin kritiğine ihtiyaç olduğunu ve “kurtuluş” diye sunulan reçetelerin ne kadar geçersiz olduğunu gözler önüne sermeye çalışır. Düşünce ve duygularının ana hedefi toplumdur ve  bu hedefi yakalamak için Anadolu insanının çağları aşan fikrine tercüman olur. Onun toplumsal örgüsünün bir anahtarı vardır: “Büyük Doğu.” Bunun için kendinin görevli olduğunu düşünür. “Büyük Doğu” geçmişten geleceğe bir köprüdür ve o köprüyü kurma görevi ona verilmiştir. Bu inancını da “Büyük Doğu Marşı” adlı şiirinde dile getirir;

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!  (1938)

Necip Fazıl, 1934’te Abidin Dino’yla birlikte Eyüp Sultan’da ziyaret ettikleri Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'ne bağlandıktan sonra, kendini geleceği inşaya memur bir görevli olduğuna iyice inandırarak;

Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birden bire dam;
Gök devrildi,künde üstüne künde…

Der ve bir değişim içinde geleceğe koştuğunu belirtir, ama aslında bu yolculuğun izleri  eskilerdedir, kıvılcım gençlik yıllarına dayanır. Bu durumu şu sözlerinden ve dizelerinden anlayabiliriz; “Bu noktada benim halim kelimenin üstüne çıkıyor, kırkbeş yıl önce karaladığım ve sonunu getiremediğim üç mısra”:

Kelimelerin üstünde,
Cümlelerin altında,
Benim büyük meselem…

Meğer bugünkü yangınımın kıvılcımlarını o günden taşıyormuşum.” (Rapor-2 syf 68)
Ancak yine de Necip Fazıl’ın  Abdülhâkim Arvasi’yle tanışıp ona intisap ettikten sonra manevi bir gelecek inşası için daha disiplinli, daha heyecanlı ve daha örgülü şekilde gayret sarfettiği açıktır. Bu nedenle Necip Fazıl şiirleri ille de bir ayrıma tabi tutulacaksa, iki ayrı dönemi ancak bu şekilde ayırmak daha uygundur.
Necip Fazıl, kolları sıvayıp üstlendiğini belirttiği bu ulvi görevin adeta kendisiyle de eşdeğer olduğunu düşünür. Ona göre; derin mücadele onunla başlayacaktır ve bunun  için mevcut toplum buna uygun değildir. Toplumdan ümitvar olmaz, yeni bir gençliği özler:

Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle...
Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!
Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç!
İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!

diyerek, gençleri de “Büyük Doğu” idealine çağırır. Ona göre geçmişi manevi bir ruhla tahlil eden, gelecek için hedefi olan gençlerin tek yolu vardır; Sözlerine gereği gibi kulak vermek! Bunun için hemen işe koyulmak gereklidir. Sonradan ortaya çıkılması halinde iş işten geçmiş olacaktır:

Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin !
Erken gel, beni evde bulamayabilirsin !

TOPLUMCULUĞUN GELENEĞE DAYALI  OLMASINI GEREKLİ GÖREN ŞAİR

Necip Fazıl’ın şiirlerindeki muhaliflik, geçmişi yok farzeden bir dile karşılık şeklindeydi. Ona göre toplumun yeniden inşası gerekliydi ama bunun için gelenekten ayrılmak değil, aksine geçmişle derin, ruhi bir bağ kurmak gerekiyordu. Ancak toplum böyle gelişebilir ve mutlu olabilirdi. Oysa o günlerde toplumun mutluluğu için ortaya atılan kimi çıkışlar ona göre sahte, içi boş çıkışlardı ve yeni esaretlere yol açabilirdi.
Yirminci yüzyılın başlarında, neredeyse tüm dünyada eşzamanlı olarak gelişen siyasal ve toplumsal hareketlere bağlı olarak ortaya çıkan “toplumsal gerçekçilik” ya da “sosyalist gerçekçilik” adı verilen, toplumcu akım olarak isimlendirilen akım, ona göre aslında bir yıkım akımıydı.
Şiirden, edebiyatın ve sanatın her alanına kadar geniş bir yelpazede etkisini gösteren bu sanat akımına göre kapitalizmin azgınlığı ancak sosyalizmle durdurulabilir ve insanlık ancak bu düşünce etrafında örgütlenerek, kendine çıkış yolu bulabilirdi.
Bu yaklaşım çerçevesinde dünya hızla sosyalizme ve onun üstünde inşa edilen materyalizme kayıyor, birey kurtuluşu dinlerden kurtulmuş, yeni bir varoluş ve kavrayışta aramaya çıkıyordu. Bu arayışın yolcularına göre toplumsal muhalefetin tek dili vardı: Sosyalizm.
Oysa, “toplum” deyimiyle  dile getirilen insan topluluğu, belli bir ekonomik alt yapıyla belirlenmiş, belli üst yapı kurumlarına sahip olan sosyo-ekonomik  bir biçimleme (O.Hançerlioğlu –Felsefe Sözlüğü) olduğuna göre, toplumculuğu yalnızca sol düşünce etrafında aramak yanlıştı. Toplumculuk, toplumun yararına olanı istemektir. Halkın içine düştüğü maddi ve manevi buhrana karşı tarihten de güç alarak geliştirilecek fikirlerde toplumcu fikirlerdir. İşte Necip Fazıl dünyaya böyle bir pencereden bakar ve dünyanın bozuk gidişatına tepki gösterir, ama kurtuluşun sosyalizmde değil,  yeni bir idrakte olduğuna inanır. Bu yaklaşım üzerinden topluma fikirlerini aktarır. Sadece yazılarıyla, makaleleriyle, oyunlarıyla değil, şiirleriyle de bu görüşlerini yaymaya başlar. Mücadelesinin iki kanadı vardır: Kökü maziden koparılmak istenen ve cumhuriyet adına ortaya atılan yanlışlara karşı durmak ve de o günlerde kurtuluşu materyalist fikirlerde arayan kişilerle mücadele etmek.
“Türkiye'de kamu, özel ve gönüllü kurum ve kuruluşların büyük bir karmaşa ve çatışma yaşadığı bir dönemde, Necip Fazıl düşünce, sanat ve eylemiyle, Anadolu insanının yolunu aydınlatan büyük ve güçlü bir meşale oldu. O Türkiye'nin Anadolu'da yitirdiği güneşin Amerika ya da Rusya'da bulunamayacağını düşünce ve sanatının odak noktası yaptı” (Nazif Gürdoğan-Anadolu’da Batan Güneş)
O toplumun kötü gidişatına çare olacak şeyin dışarıdan transfer edilecek ideolojilerde değil, Anadolu’nun inançla yoğrulmuş düşüncesinde olduğuna inanır. O nedenle, dönemin en etkin şairlerinden olan ve aynı lisede kendisinden iki sınıf üstte olan Nazım Hikmet Ran ile bu yıllarda başlayan şairlik rekabeti daha sonra fikri rekabete dönüşür. Necip Fazıl’a göre Nazım  ve sol şairler Batı kapitalizmine karşı çıkarken, makineleşmeyi kutsuyor ve insanı aradan çıkarıyordu. “19.uncu Asrın ikinci yarısından sonra makine terakkileri gitgide insan tahakkümünden çıkacak ve aksine, insanı tahakkümü altına alacak bir mahiyet göstermeye başlamış ve insanoğlunun azat kabul etmez kölesi makine, hususiyle birinci dünya harbinin arkasından, çelikten o mankafa haliyle efendilik tahtına oturtulmuştur. Bu edebiyatı da, makineyi azizleştirme manasına (materyalist) Moskof dünyası körüklerken, makinenin getirdiği ruhi ‘dacret-sıkıntı’ ve hafakanı dile getirme ve ilacını arama bakımından da(kapitalist) ve (spritüalist) alem köpürtmüştür.
İşte Nâzım Hikmet:
Trum, trum,trum
Makineleşmek istiyorum!

Binbir başlı ejderha,
İnsan beyniyle doyan
Hakikat şudur ki, makine, eski beşeri muvazeneleri silip süpürür, el işini ve sanat emeğini çürütür, sınıflar batırır ve sınıflar çıkarır, bilhassa ‘mâveraî-ötelere bağlı’ itikatleri pörsütürken, şaşkın insan ruhunda alabildiğine putlaşmış ve insan yapısı olduğunu unutturarak, yeni bir insan sahibi zannedilmiştir.” (Rapor 1-syf 86)

Necip Fazıl, Nazım Hikmet ve benzerlerinin yenilik ve toplumculuk adına ortaya attığı fikirlere her platformda itiraz ederek, ömrü boyunca materyalizmle mücadele eder. Onların yeni diye ortaya çıkardıkları düşüncelere tepki gösterir ve kendi idesinin diğerlerinden çok farklı olduğunu anlatmaya çalışır:
Çıbanımız çok derin, işletemez yakılar;
Nerde bizim şarkımız, nerde öbür şarkılar?(1939)

Yalnızca Nazım Hikmet ve çevresiyle değil, bunlara hak verenlerle de sürekli sürtüşür ve hatta zaman zaman kastini aşan sertliklerle polemiklere girer. Hatta öyle ki ulvi değerler adına yanlış gördüğü her şeye Anadolu’nun sesini bağrında hissederek, hiç çekinmeden karşı olur. Mücadelesi yalnızca sosyalistlerle değil, toplumun geleceğini tehdit eden her şeye şiddetle karşı çıkar.
“Necip Fazıl Kısakürek aykırı bir yazar, aykırı bir şairdi. Yaşamı iniş çıkışlarla dolu olsa da asıl duruşu eleştirel ve dikbaşlıydı. Son dönemlerinde giderek daha radikal ve sert muhafazakarlığa yöneldi. Aykırılığı ise değişmedi. Mendereslerin iktidara gelmesinden mutlu olmuştu. Daha sonra onları da eleştirmekten geri durmadı.” (Oral Çalışlar-Necip Fazıl’da Dersim İsyanı. Radikal gaz.)

Necip Fazıl, toplumun kötü gidişatının önüne set çekmek ve idealine uygun bir toplum oluşturmak  için sadece şiirin yeterli olmadığını gören bir şairdi. Bu nedenle her türden eserle düşüncesine hizmet etti. Kimi eserleri şiirlerinden daha çok etkiliydi. Tasavvur ettiği  “Büyük Doğu” ideasının,“ideolocya örgüsü”nün gerçekleşmesi için  bazen diğer eserlerini, yazılarını şiirlerinin kat kat önüne çıkardı.
“-Sanat faaliyetinizi bi hakkın bırakmış gözüküyorsunuz, dedim. O meşhur şiirlerinizden neşretmiyorsunuz…
-Şiir yazma faaliyetimi muvakkaten terk edilmiş gösteren sebep, içerisinde yaşadığımız siyasi aksiyon devresinin  saf fikir ve sanata bir tahayyüz hassası bırakmamasıdır. Ben bu devirlerde, sanatkarın vazifesini büyük mikyasta  aksiyona karışmaktan ibaret görüyorum.” (Hikmet Münir-Yedigün Temmuz 1941) Bu yaklaşımı nedeniyle Necip Fazıl şiirle meşguliyetini iyice azaltır ve ilerleyen yıllarda emeğinin büyük bir  bölümünü “Büyük Doğu” dergisine verir. 1950-1960 yılları arasındaki on yılda sadece on şiir yazar. Ona göre davası için şairlik yalnızca bir nokta kadardır;

Ver cüceye onun olsun şairlik
Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta.

Necip Fazıl’ın toplumsal konulara yoğunlaşıp, şiirini daha geriye ittiği dönemler,  1934 yılında tanıdığı Abdülhakim Arvasi’ye intisabından sonra başlar. O anın heyecanını gelecekte hep yüreğinde taşır:
Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel
Bir akşamdı ki,zaman, donacak kadar güzel.

Bu anla birlikte başlayan değişiklik yeni bir döneme de yelken açtığı süreç olur. O güne kadar yazdığı eserlerin, şairliğinin oldukça önemsiz olduğuna kanaat getirir;

Tam otuz yıl saatim işlemiş,ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.

Bu tarihten sonra şairliğinden daha çok, yazdığı makaleler, kitap ve açıklamalarıyla gündemdedir. Bu durum onu şair olarak öven kimileri için bir tükenmedir: “1943’te çıkan ‘Büyük Doğu’ adlı yazın ve sanat dergisinde bizleri topladı. Ama çok sürmedi bu. Dergi yavaş yavaş değişti. Bambaşka bir görünüş, bir içerik kazandı. Atatürk devrimlerini yıkıp yok etmek isteyenlerle işbirliğine kalkıştı. Hatta onların öncüsü oldu. Bizleri de etkilemeye çalıştı, ama başaramadı.1945 güz aylarında karşımızda ki “Büyük Doğu” dergisi sahibi Necip Fazıl’ın “şair” Necip Fazıl’dan çok daha değişik bir insan olduğunu anladık, kendisiyle ilgiyi kestik. Şair Necip Fazıl 1945’ten önce ölmüştü.” (Oktay Akbal-Ölümü Üzerine Yazılanlar)
Oysa, Atatürk’ün ölümünde Cumhuriyet gazetesinde ondan övgülerle bahseden Necip Fazıl, kavgasının çok daha önceyle başladığını belirtir ve genç cumhuriyete yönelttiği eleştiri ve asıl mücadelesiyle ilgili şöyle der:
“Ben buluğ yaşımı Cumhuriyetle beraber idrak etmiş vaziyetteyim. Binaenaleyh beni cumhuriyet devrine dahil edebilirsiniz. 1839’dan beri şapşal hale getirilmiştir Türkiye. Mustafa Reşit Paşa var. Büyük Reşit Paşa denilen küçüğün de küçüğü adam ve hempası. Ali Paşa, Fuat Paşa ve peşinden bir sahte kahraman olan Mithat Paşa. Cumhuriyet dönemi, ölmemek iradesiyle şahlanan Türk milletini madde aleminden kurtarmış, ama mana aleminde tanzimattan bu yana gelen cereyanı çok şiddetli derecelere ulaştırarak, manada örselemiştir.”(Erkekçe Dergisi-Şubat 1983)




ANADOLU’YA YASLANAN BİR ŞAİRİN BAŞKALDIRISI
Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu”yla tırmanan sistem eleştirisi İnönü döneminde iyice yükselir. O’na olan eleştirisi onunla birlikte cumhuriyetin inkilaplarına da yönelir;

Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak;

Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal…

Necip Fazıl’a göre İnönü iktidarı din düşmanlığı yapmaktadır: “1943’te çıkan ve basında Hiroşima’da ki atom bombasına denk bir tesir yapan “Büyük Doğu” kapatılmış, güzel sanatlar akademisi yüksek mimari şubesindeki hocalığım elimden alınmış ve askere çağrılarak Eğridir Dağları’na sürülmüştüm. Sebep, sadece şu mealde bir hadis neşretmiş olmamdı; ‘Allah’a itaat etmeyene itaat olunmaz!’ Devrin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel bana, makamında şu sözü söylemişti: ‘Bu hadisi neşretmekle  bize itaat edilmez demek istiyorsun!’ şaşırmıştım. Bu adam Allah’a itaat etmediğini itiraf ediyor; Böylece hem Allah’a inandığını, hem de ona itaat etmediğini bir araya getirmek gibi safsataya düşüyordu. Devrin Başbakanı imzasıyla hem “Büyük Doğu”ya hem de bütün dergi ve gazetelere şu tamim gelmişti ‘Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır”( Rapor 3 syf 22)

Necip Fazıl’ın Anadolu’nun manevi değerleri üzerinden o dönemdeki mevcut sisteme yaptığı toplumsal muhalefet, yazılarının, kitaplarının yanı sıra şiirlerinde de belirgindir. Yazılarında, konferanslarında nasıl bir mücadelenin içinde olduğunu anlatır; “Beni, devrin temsilcisi, Başbakanı-şu veya bu-çağırdı. Bugünün parasıyla yüz misli fark kabul edebilirsiniz, bir deste banknot koydu önüme. Binlik. ‘Ya bu; yahut bütün kuvvetimizle sizi tevkife memuruz!’ dedi. Tevkif durdurma demektir. Tabii içinde başka manalar da var…Tutuklama vs. ‘Size ne yaptım ki bana böyle bir şey teklif etmeye cesaret edebiliyorsunuz?’ dedim. Ne mübarektir o kadın ki, kendisine sarkıntılık edene ‘Ben sana ne yaptım ki, buna cesaret buldun?’ der.
Kalktım ayrıldım, trene bindim, İstanbul’a indim ve tevkif edildim.”(Yolumuz Halimiz Çaremiz. syf 60)
Muhasebe şiirinde adeta bu olayı anlatır gibidir. Yazılarında sık sık ahlaki çöküntüden ve toplumun iğdiş edilişinden bahseden Necip Fazıl, kendisine yapılan bu teklifi de fahişelere yapılmış teklife benzetir, tepkisini dile getirir:

Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın bilemem,kaçtır hava parası? (1947)

İnönü hükümetiyle yaşadığı kavga büyür ve yine 1947 yılında yazdığı “Destan” şiirinde dilini daha da sertleştirir:

Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!

Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap…

Artık İnönü iktidarıyla çatışma neredeyse bir dönemin eleştirisine dönüşür. İnönü üzerinden cumhuriyetin yenilik diye sunduğu bazı uygulamaları eleştirilir. Toplumun ahlaksızlıklarla batmış bir çok eski dönemden daha kötü olduğunu öne sürer:

Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kıralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!

Yalnızca toplumsal ahlak değildir bozulan, gelir dengesizliği de had safhadadır:

Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!

Ve bütün bunların müsebbibi resmi yapıdır, onu şedit şekilde devam ettiren siyasettir:

Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.

Necip Fazıl bütün bunların kendisini yıldıramayacağını, adım adım davasının anlaşılmakta olduğunu ve artık surda bir gedik açtığını belirtir:

Aç kapıyı haber var,
Ötenin ötesinden.
Dudaklarda şarkılar,
Kurtuluş bestesinden.

Biz geldik, bilen bilsin.
Gönül gönül girilsin.
İnsanlar devşirilsin,
Sonsuzluk destesinden…

Topluma, bütün bunların geçici olduğu, kurtuluşun, müjdenin yakın olduğunu  belirterek sabırla yeni neslin gelmesinin beklenmesini ister;

Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılâpta!
Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?


UMUDUNU “BÜYÜK DOĞU’YA SAKLAYAN ŞAİRİN DRAMI
Necip Fazıl, bir yandan İnönü iktidarının değişmesi için  mücadele ederken, diğer yandan da  yeni bir toplum oluşturmak için  daha uygun ortamın gelmesini ister. Onun için çoğulcu demokrasi bir umut olur. CHP’nin karşısına geçen ve ezanı Arapçaya çevirmek gibi bazı vaatlerde bulunan DP iktidarına destek verir. Büyük umutla D.Parti’nin iktidarı devralmasını, iktidara gelmesini bekler. Seçim öncesi yazdığı şiirlerde bu bekleyiş bir coşkuya dönüşür. Bütün toplum, anneler, babalar, çocuklar bu bekleyişe davet edilir:

elli pullu, anlı şanlı bir gelin;
Aynalar, gelin!

Bir güzel ki, en güzeli güzelin;
Gönüller gelin!

Sonsuz gerçek; habercisi ezelin;
Kitaplar, gelin!

Şarkı bizde, Şeytan, yeter gazelin;
Nağmeler, gelin!

Ey karanlık, gelmektedir ecelin;
Işıklar, gelin!

Toplanın hep, derlenin hep, düzelin;
Yığınlar, gelin!

En güzeli, en güzeli, güzelin;
Habercisi, habercisi, ezelin;
Tellerinde şafak söken bir gelin;
Anneler, babalar, çocuklar , gelin! (1949)

Yazılarında, şiirlerinde  bütünsel yaklaşımı elden bırakmayan Necip Fazıl her ne kadar “Büyük Doğu” gençliğine  seslenir gibi olsa da, şiirleri  gizli kodlarla örülüdür. 1949 Yılında yazdığı “Aç Kapıyı” adlı şiirinde DP iktidarıyla, Ötenin ötesinden, Mavera’dan, kurtuluş müjdesi verir:

Aç kapıyı haber var,
Ötenin ötesinden.
Dudaklarda şarkılar,
Kurtuluş bestesinden.

Biz geldik, bilen bilsin.
Gönül gönül girilsin.
İnsanlar devşirilsin,
Sonsuzluk destesinden.

Fakat çok geçmez DP iktidarında da yazdığı yazılardan dolayı takibata uğrar, iktidarla arası açılır.

DP İktidarının son döneminde ise  arayışları iyice artar. Bu arayış zaman zaman muhalefet olarak şiirlerine yansırken, zaman zaman da bir kaçış, bir gizli tepki olarak ortaya çıkar. Menderes iktidarının İslam davasına hizmet vermesi konusunda umudu tükenmiştir, başka bir adrese yolculuk şart hale gelir!

 Şehirlerde tabanım değil yüreğim yanık:
Nur şehrine gidelim, yürü çilekeş çarık! (1959)

Artık Menderes iktidarında aradığı şeyleri bulamamanın sızlanışı içindedir. Birçok yerde defalarca hapse girdiği bu dönemle ilgili umutlarının tükendiğini söyler. Muhalefetini şiirden daha çok yazılarıyla anlatma yolunu seçer. İktidarın son demlerinde 6 Mart 1959 yılında 10.kez haftalık olarak çıkardığı “Büyük Doğu”gazetesinde  parça parça sonradan “İdeologya Örgüsü”olarak kitaplaşacak yazılarını yazmaya başlar. Bir Ankara seyahati esnasında  Bolu dağında aracı durdurulup tutuklanır. 2 gün sonra çıkarılır. Çıkınca, o haftaki “Büyük Doğu”nun kapağına konulan, zindan parmaklığı içinde kıvranan bir çift el resminin altına şunu yazar: “Zindanın anahtarı bizde, içinde de biz varız!”

27 Mayıs İhtilali gelir ve artık eskisinden daha beter bir atmosferin içine girilir. İhtilal hükümetiyle de başı hep beladadır. Evi basılır. Takibata uğrar. İhtilal hükümeti hakkında ilginç bir nükte yapar: “Yoğurttan bir hükümete mukavvadan bir hançer saplandı. Hükümet teneke olsaydı  hançer kırılırdı.” Yeniden hapse girer. Toptaşı Cezaevi’nde “Zindandan Mehmet’e Mektup”adlı dilden dile dolaşan şiirini yazar. İçeride de muhalifliğinden geri adım atmaz. Oğlu Mehmet’e seslenirken yine gelecek müjdesi verir:

Mehmed'im sevinin başlar yüksekte!
Ölsekte sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

BİTMEYEN “ÇİLE” VE BİTMEYEN MUHALEFET!
1962 yılında hapisten çıktıktan sonra mahkemeleri devam eder. Bu arada eski ve yeni şiirlerini bir araya topladığı “Çile” adlı şiir kitabını çıkarır.
Şiirlerinde anlam bakımından birbirine yakın olanları karşılıklı sayfalara yerleştirir. Bu sıralamaya bakıldığında, şiirleri bu şekil yazıldıkları tarih mukayesesiyle değerlendirildiğinde, Necip Fazıl’ın şiirlerindeki bütünlük hemen göze çarpar.
Dizelerinde sık sık ünlem işareti kullanan Necip Fazıl, ilk gençlik yıllarından başlayarak son şiirlerine kadar toplumda yazdıklarının bir “hayret” uyandırmasına çalışır. Neredeyse tüm şiirleri ünlem işaretleriyle örülmüş gibidir.

1963 Yılında “Aydınlar Kulübü” tarafından düzenlenen konferanslar serisine başlar ve konferanslar vermek üzere değişik illere gider. Buralarda hem konferans öncesinde hem de konferans esnasında şiirleri okunur. Davasını anlatırken okunan şiirler hep mevcut düzeni eleştiren, muhalif şiirlerdir. Bu şiirlerin birçoğu İslamcıların marşları olur. Artık şiir davanın içinde yoğrulmuş bir silah gibidir. Toplumun dinamitini fitiller.
Necip Fazıl’ın bu dönemde yazdığı şiirlerde bir dinginlik göze çarpar. Sanki yeniden ilk gençliğinin “Kaldırımlar”, “Otel Odaları”nda olan şiir dilini arar gibidir. Daha çok ölümün sessizliğine uzanan bir yolculuk, kendine yöneliş, bir veda gibidir yazdığı birkaç şiir. 1962 yılında yazdığı “Çek perdeyi” ve 1963 yılında yazdığı “Biter” adlı şiirlerin yanı sıra, yine aynı  yılda yazdığı “Canım İstanbul” adlı şiiri ise,   şiirlerini ideolojiden uzak tuttuğu zamanlardaki şiirlerine benzer bir tattadır.
Bu şiirinden bir yıl sonra yazdığı şiirleri ise konferanslarının atmosferine hapsolur. Yine keskin bir eleştirel dil hakim olur toplamda yazdığı birkaç şiirine.
İhtilalin ardından Menderes’in idam edilmesi onu derinden etkiler ve zamanında çeşitli eleştiriler yaptığı Menderes için “O Zeybek” adlı şiirini yazar:
Zeybeğim; dünyayı aldın götürdün!
Bir öldün de, beni binbir öldürdün!
Ağla, bir dinmeyen hasretle ağla!
Zeybeksiz yolları, gözetle, ağla!

Menderes’in idamından yaşadığı derin üzüntü onun sistem eleştirisinin dozunu daha da artırır, başa gelenlerin resmi ideolojiden dolayı yaşandığını yüksek sesle yeniden haykırmaya başlar. Bu düşüncesini “Ve Gelir” adlı şiirinde sert bir uslûpla dile getirir:

Bu yurda her bela içinden gelir;
‘Hep’leri hep, hiçin hiçinden gelir.
Gelemez bir ithal malidir akil,
Kaf dağından, Cinden, Macinden gelir.
Dünküne eş, bu gün küfür yobazı;
Bütün derdi festen, lap cinden gelir.
‘Allah vardır!’ dersin; sorarlar: Niçin?
Sonra tokat, puta ‘niçin’ den gelir.
Benim nur mayama pislik atanlar,
Şeytan, senin büyük elcinden gelir!
Biricik selamet yolu tarihte,
‘Sormayın, görmeyin, geçin!’ den gelir.
Genç Osman’ı lif lif yolan o güruh,
Kahpe devşirmenin piçinden gelir.
Bir gün bu gidişle çatlarsa yürek,
Dile vurdukları perçinden gelir... (1964)
                                     
“Utansın “adlı şiirinde de yaşanan olumsuzluklara karşı  inanmış insanların duyarsızlığından şikayet eder, bütün mücadelesini bir anlama oturtarak herkesin üzerine düşeni yapmasını, elinden geleni yaptıktan sonra sorumluluğun artık kendisinden çıkacağına dikkat çeker:

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylan koşmana bak sen !
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın !
Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaparak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden ileri varış dediğin,
Geride ne varsa bırak utansın!
Ey binbir tane de solmayan tek renk,
Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın! (1964)

Yine bu yılda yazdığı “Aman” adlı şiirinde ise toplumsal eleştirisinin dozu iyice ağırlaşır: “Yere batsın bu dünya ve ondan medet uman” der ve bu kez her zaman umut olarak gördüğü gençlere seslenir. Gençlerin böylesi bir ortamda uykuda bulunmalarının, hala uyanmayışın haram olduğunu söyler;

Genç adam, at yorganı!
Sana haram, uyuman!
Aman, efendim aman!
Efendim, aman, aman!

Necip Fazıl’ın şiiri artık bir ideolojik silahtır. Namludan çıkan her kelime bir kurşun gibidir. Bu tarihten sonra geçmişle hesaplaşan birçok kitap yazar. Bunlarla birlikte konferanslarını sürdürür. Hem bir tarih hesaplaşması hem de iktidara hükmetmenin önemine değinir konferanslarında. 1970 yılında yeni bir umut olarak gördüğü Milli Nizam Partisi kurulur. Burada kısa bir konuşma yapar. Bu partiden beklentileri vardır. Artık konferanslarını onların (MNP) düşüncesi doğrultusunda örgütlenen MTTB gibi çatılar altında yapmaya başlar.
Necip Fazıl bu dönemde uzun şiirler yazma yerine iki dörtlükler ve kısa dizelerle bir “durum şairi” olur adeta.
Bir yandan ruhi derinlikli dizeler yazar, bir yandan dizeleriyle kimi eleştirilerde bulunur. Nerede bir çarpıklık görüyorsa orada iki satırlık hiciv dizeleriyle iğnelemeler yapar. Şairin  dizeleri her şeye değinir! Zaman gelir müslüman toplumun tümünü eleştirisinin kaynağı yapar;

İslamı düşürene tükürmek istiyorum!
Ayırıp alın alın, zift sürmek istiyorum!... (1978)

Sözde İslam, bir ferdi bir ferdine kaynamaz,
Bu halde utanmadan camide saf saf namaz!.. (1974)

Cami cemaatine de söyleyecekleri vardır Necip Fazıl’ın. Kimi müslümanların namazlarını bir inançtan ziyade bir alışkanlık gibi gördüğüne dikkat çeker:

Niceleri namazda gaflet perende bazı;
Kurgulu oyuncak da kılar böyle namazı… (1978)

Camilerde cemaat yerine hep cemâdat;
Siner de köşelerde, Haktan isterler imdat… (1977)

Yer yer toplumun manevi duygularına hitap eder ve toplumun yaşanan manevi olumsuzluklara karşılık duyarsızlığına hayret eder:

Sen ki, bir sapık ırza  geçse kusarsın;
Milletin ruh ırzına geçerler de susarsın! (1978)

Sadece cami cemaatine değil, toplumun tüm diğer kesimlerine olduğu gibi dünyalık biriktiren tüccara da sitem eder:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!

Zaman zaman kendisinin anlaşılmadığından şikayet eden Necip Fazıl, bazen yaşadığı dönemle ilgili karamsar, umutsuz dizeler yazar, bazan uslubu hiddete dönüşür:

Kan pıhtısı takkeli, saçları yoluk kafa!
Sende “dır-tır” bildiğin ne varsa kaldır rafa!..

Kimi dizelerinde ise sert suçlamalar vardır;

Çöplüğe attılar da mukaddes emaneti
Hak bellettiler Hakka en büyük ihaneti…

Toplumun müslümanlığını da sık sık sorgular dizeleriyle. Müslümanlığın insanların kendilerini müslüman kabul etmeleriyle mümkün olmadığını düşünür:

Haykırsam geçenlere kavşağında bir yolun,
Aman Müslüman olun, aman Müslüman olun.
                                                         
Şeklindeki dizeleri, toplumun İslami değerlere yaklaşımında bir değişiklik olmadığının işareti gibidir. Necip Fazıl bu dizeleri 1974 yılında yazmış olsa bile, 1939’da yazdığı “haberi yok” dizelerinde de aynı çağrının izleri vardır. Çağrısı yeni değildir:

Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem: Haberin var mı öleceğinden? (1939)

NFK’nın sorgusu bazen her şeyi içine alır. Eleştirileri her alana uzanır. Makineleşmeden, demokrasiye, demokrasiden hürriyete velhasıl  hemen  her şeye eleştirel gözle bakar. Bazen olup biteni alaya alır, bazen tepki gösterir:

Yetişemez en hakir çobanın idrakine;
Yirminci asır putu,taptıkları makine… (1974)

Özgürlük arayışları da eleştiri odağına takılır, gerçek özgürlük için adres gösterir:
 Son noktadır onların yakını, uzaklıkta;

Hürriyetin gerçeği, gerçeğe tutsaklıkta. (1974)

“Özgürlük” diye ortaya çıkan bazı kesimlere ise eleştirileri oldukça ağırdır:

Hürriyet hokkabazlık, gökte havai fişek;
Toprakta da hürriyet diye tepinir eşek…

İdeolojilerin amansız şekilde çarpıştığı ihtilal öncesi sağ ve sol terimleri içerisinde kendine yer arar. Ona göre dindarların yeri sağdadır, sağcılıktır. Yaklaşımına göre; Allah bile uzuvları buna uygun değer de yaratmıştır! Garip bir benzetme yapar bununla ilgili:

Kalbimi ve aklımı hep sağ elime verdim;
Görevi olmasaydı sol elimi keserdim…

O tarihlerde  tek tük yazdığı uzun şiirlerde birçok konuya birden hicivde bulunur. Bu şiirlerinden en önde gelenlerinden biri “meydan şiiri”dir. Bu şiirde, yobazlara, devrimlere, ajanlara, Batılılaşmaya, eğitim sistemine, eğitmenlere, şehir yaşamına, siyasi partilere, diyanete, fetvalara, sanayiye, ortak pazara, rüşvete, enflasyona, demokrasiye, depreme kısaca her şeye değinir:

Tek istikamet kabe;
Ve tek örnek sahabe...
Böyle yükseldi sütun,
Böyle kuruldu kubbe.
Derken nuru kararttı
Yobazda kara cübbe.
Tuzağa düştü aslan;
Sorguç takıldı kelbe.
Vatan yüzelli yıldır
Manada bir harabe.
Artık iman ve ahlak,
Türbedarsız bir türbe.
Ne hatıra maziden,
Ne isim ne kitabe...
Düşmek,yükselmek oldu
Uçurumda mertebe...
Ağla ey koca tarih
Bu acıklı nasibe!
Nerdesin ulvi fikir
Çilekeş murakebe?
Sahte devrimler boyu
Tarihi muhasebe?
Bağlıdır bu felaket,
Tek tipe tek sebebe.
Bir tip mücerret model
Batı ajanı kahbe!
Sürüyü teslim eden,
Avrupalı celebe...
Hele bak,şu hale bak;
Eve,yurda,mektebe!
Bizde profösör derler
Kitap yüklü merkebe.
Lisan diye hırlayış;
Kültür diye alfabe...
Pazar müflis,kent deli,
Köy boş karakol izbe...
Bir çatışma boğuşma;
Şeytan uğrunda cezbe.
Karışmış gazetede
Necaset mürekkebe.
Ne bulduk parti parti,
Eyledik de tecrübe?
Bir kısmı Ebu Cehil,
Bir kısmı İbn_i Sebe.
Gerçeğe aykırılık;
Uygunsuzluk mezhebe...
İslam,gidip gelen top,
Bir hizipten bir hizbe.
Hak yolunda bir lider;
Memur,hakkı tahribe.
Düne kadar dıştandı,
Şimdi de içten darbe.
Diyanet işleri ki,
Uymaz farza, vacibe.
İlminde gaiplerin
Haşyet duymaz gaibe.
Yeni bir mamul eşya;
Fetvaları şaibe.
Bu muydu Büyük Doğu,
Kırk yıllık muhasebe?
Deli olsa yanaşmaz
İşlerini tasvibe!
Ya sanayi masalı;
Derya rolünde habbe?
Saksı içinde çınar;
Görülmememiş acibe...
Nefes almadan vermek...
Sor bu işi tabibe!
İş arayan bir millet;
Diyar diyar göçebe...
Şerefli ortak Pazar;
Ona aş, sana küsbe!
İçyüzü bu davanın,
Köle olmak salibe...
Dünkü sultan bugün kul,
Ta meşrıkten mağribe.
Rüşvetle maaşa zam,
Enflasyonla debdebe.
Yüz lira ona iner
Daha inmeden cebe.
Gidere tabii gelir
Dibi sökülmüş heybe.
“Doğa”da buldukları
Zelzele ve seylabe.
Biçare demokrasi,
Karanlıkta körebe.
Parti, bölücü alet
Batıdan bize hibe.
Gel de ey gerçek parti,
Partiyi batır dibe!
Her türlü sahteliği
Yıkmak sana vecibe!
Bu işi ne temizler,
Hangi ok,hangi harbe?
Hangi yel,hangi ateş,
Hangi söz,hangi hutbe?
Bir nesil bekliyoruz,
Büyük nizama gebe.
Nedir o nizam,nedir?
Boyun eğmektir Rabbe!
Milliyet ruha bağlı
Kıymet sadece kalbe.
Fatih’te erimiştir,
Cengiz Han ve Kurt Cebe.
Davet gücü İslam’da;
Koministi edebe.
Her şey herşey İslam’da;
Ferde ve kavme rütbe.
Bizde, kutsi emanet;
Bizde yarın galebe!
Gün geldi,saat çaldı;
İşte yol koş takibe!
Yetmez mi esaretin;
Ey Türkoğlu,davran bee! (1975)

Modern üretimi de, onun ürettiği  ürünlerini de  eleştirir. İnsanların yemek, içmekten başka bir şey düşünmediğini hiç kimsenin varoluş gerekçelerini aramak gibi bir endişesinin olmadığını öne sürer:

Ancak hiçe varırız, bu yoldan, varsak varsak;
Üretim ki, mekânı ya rahimdir, ya barsak… (1976)

Bana biricik gıda, aç ve susuz, düşünmek;
Sizinse düşünceniz, yemek, yatmak, eşinmek…

Şiir  ve  dil de eleştirilerden nasibini alır;

Dil mi; tek hecelerden Moğol buyrultusudur.
Şiir mi; satır satır mide gorultusudur. (1973)

Nispetleri bozuldu, yedi ses, yedi rengin;
Mart kedisinin dili, bizimkinden çok zengin. (1974)

Necip Fazıl, eleştirilerini, muhalefetini yalnızca kendi ülkemizdeki durumlarla ilgili yapmaz. Modern dünyanın gelişme diye sunduğu şeylere de şiirleriyle eleştirilerde bulunur. Aya çıkılmasının büyük bir olay olduğu propagandalarına karşı şiiriyle istihza eder:

Yirminci Asrın ablak yüzlü feza pilotu!
Buldun mu Ay yüzünde ölüme çare otu?
Bir odun parçasına at diye binen çocuk! (1972)

Bu şiirle Batı’nın kimi bilimsel çalışmalarıyla alay ederken, kendi toplumumuzun da başarısızlıklarına göndermede bulunur. Başarısızlığın nedenini tarihten kopmakta arar:

El-alem çalışırken, fethetmeye Merihi;
Sen cebinde kaybettin, güneş dolu tarihi!

Ömrünün son dönemlerine yakın yaşanan siyasi krizler ve kurulan koalisyon hükümetlerinin  kısa süreler içerisinde bozulması, yerine yenilerinin kurulamaması üzerine, Necip Fazıl bu konuya da değinir dizelerinde:

Bak ki, sahipsiz yurdun şu perişan haline,
İş kaldı Avrupa’dan hükümet ithaline! (1978)

Şair artık bir yandan kalıcı eserlerini hızlandırır, bir yandan da toplumsal konular üzerine yoğunlaşıp, düşüncelerini  küçük risale şeklinde rapor isim serisi olarak çıkarmaya başlar.

1980 Yılında, doğumunun 75. yıldönümünde Türk Edebiyat Vakfı kendisini “Şairler Sultanı” ilan eder ve Türkçe’nin Yaşayan En Büyük Şairi Ödülü’nü verir. Bu yıl ayrıca Kültür bakanlığı kendisini “Büyük Kültür Armağanı”na layık görür.
1981 yılında hayali olan “İman ve İslam Atlası” adlı eserini tefrika halinde bir günlük gazetede yayınlar.
Ömrünün son şiirlerini 1982 yılında Türk Edebiyatı Dergisi’nde yayınlamaya başlar. Doğduğu günün yıldönümü olan 1983 yılı 26 Mayısı’nda ebedî dergâhına defnedildiğinde  onu uğurlayan büyük kalabalığın hafızasında inanç  yüklü vasiyeti canlanır:

Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam... (1939)

Son günü bir mahşer kalabalığıdır, ama hayatı boyunca yaşadığı gibi garip gelip garip gider:

Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı!
Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı… (1962)

SEMİHA KAVAK
EDEBİSTAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder