26 Ekim 2014 Pazar

EDEBİYAT VE FELSEFEYE DAİR



SÖYLEŞİ

TAYFUN İLBAHAR: Bu hayat serüveni içinde sizi zorlayan ya da zora sokan hangi hususlardan şikâyetçisiniz?
SEMİHA KAVAK: Anlatmak istediklerinizin yerine ulaşıp ulaşmadığı endişesi yazmayı ve sürekliliği etkileyici bir unsur. Ayrıca iletişim kanallarının çoğalmasıyla baş gösteren kavramların ve düşüncelerin çoğalarak yabancılaşması, aslından uzaklaşması yazma edimini isteksiz kılan unsurlar arasında sayılabilir.
TAYFUN İLBAHAR: Bir kitap analisti ve eleştiri yazıları yazan biri olarak kullandığınız lisan sizce eski ile yeninin arasındaki rabıtayı bozmuyor mu? Resmettiğiniz hususlardaki remz modernitenin ruhsuz bir bedene ait profan kültürüne hizmet ediyor diyebilir miyiz?
SEMİHA KAVAK: Eskiyle yeni arasındaki zaman mefhumunu araladığınızda her şeyin birbirine yakın olduğunu ve benzeştiğini fark edebiliyorsunuz. Bu benzerlik ve aynılık dilini çözdüğünüzde fotoğraf daha çıplak şekilde avucunuza düşüyor. Size onu kendi düşünsel mecranızla, kendi hamurunuzla yoğurmak kalıyor. Modernizm bir serüven ve bir insanlık süreci. Bugün modernizmin önümüze koyduğu araçları ilkel çağın araçlarının çok uzağında görmüyorum. Sadece teknolojinin insan yapısını aşındıra aşındıra bugüne getirmesi söz konusu.
TAYFUN İLBAHAR: Kastımız anlaşılsın diye “engin gönüllü” ile “alçakgönüllü” olmak arasında musiki ve mânâ kaybı olduğuna dair bir tedirginliğiniz var mı? Var ise dilin kullanımı hususunda okuyucu ve edebiyat dünyasına ne gibi tavsiyeleriniz olur?
SEMİHA KAVAK: Sanatın kendine ait bir dili var mı? Asırlar boyu tartışılıyor bu konu. İyi bir yazar, düşünür, sanatçı, zor olanı halka kolay sunabilecek bir dili yakalayabilendir. Bütün kolaylık yollarını deneyebilen özgün ve yetkin bir dile sahip olsanız da, anlatılanın yani obje içinden sunduğunuzun doğal zorluğu sizi anlaşılmaz kılabilir. Bu sanatın özgünlüğüyle açıklanabilir ancak. “Anlaşılamamak” genel itibariyle bir tedirginlik oluşturur elbet. Ancak sanatçı asıl olanın yeniden üretiminin ötesinde yeniden yaratıcısı gibi bir görevi üstlenmiş hisseder kendini. O nedenle onun endişesi halkın endişesinin üzerinde “aşkın” bir endişedir.
TAYFUN İLBAHAR: Wittgenstein’nin meşhur kavli ile “Felsefe, poetikaya evrilmiyor ise edebiyat kadük kalmıştır.” sözü sizde ne gibi aks buluyor. Veya edebiyatçı sadece güzel kelime kullanıcısı ve müşahhas bir dünyanın havarisi midir?
SEMİHA KAVAK: Felsefeyle, poetik olan arasındaki ilinti, edebiyatla dil arasındaki ilinti gibi görülemez. Felsefe kendine toplumsal bir dil ararken poetik olanla buluşur. Onu kendi dünyasına katmak ister. Onu süslemek değildir amacı. Onu derinleştirerek bir üst katman haline sokmaya çalışır. Oysa toplumsal yaklaşımlarla felsefi olan yeniden güncelleşir ve kendini günlüğün içinde kaybeder. Felsefeye ilginin sürekli olamayışının ana nedenlerinden biri bu.
Edebiyatçı ise her şeyi bir arada toplayarak kendine dil üzerinden sahici bir dünya kurmaya çalışır. Onu ne kadar sahici kılarsa toplumu o kadar dönüştürür. Dil bunu yapmaya sadece bir araçtır. Dili toplumsal bir amaç uğruna sihirbaz gibi kullanır edebiyatçı. Bu nedenle edebiyat ile toplumsal yapı arasında hep doğrudan bir bağ vardır. Edebiyat akımları bunun bir göstergesidir.
TAYFUN İLBAHAR: Shakespeare ile tanışıklığının hem okuyucu hem de edebiyat dünyası ile ilgili olarak, İbn Meymun, İbn Rüşd ya da Şeyh Bedrettin, Ahmet-i Hani ile yabancılaşması ve aşinalığa dönük olmaması ahlâkın ve etiğin Batı’ya endeksli olduğunu sizce gösterir mi?
SEMİHA KAVAK: Batı kültürü, Doğu’nun kültür kaynaklarından ayrışan bir kültür de olsa, kültürlerin buluşmaları ve birbiriyle yüzleşmesi aradaki farkları da azalttı. Bu buluşmada kimin ne kazandığı ya da neyi kazandığı o gün bugün tartışılıyor. Bu tartışmada taraf olsak da aynı çerçevede düşündüğümüz Doğu düşünürlerinin de birbirlerinden oldukça uzak düştüğünü söyleyebiliriz. Örneğin; yakınlarda kaleme aldığım “İbn Rüşd’de Nedensellik” isimli kitabın tanıtımında da değindiğim gibi İbn Rüşd birçok konuda Aristo’nun tekrarcısı gibi. İslam düşüncesi içerisinde önemli yeri olan bu düşünürün Gazali, İbn-i Sina gibi başka ünlü düşünürlerle derin farklılıkları da ortaya koyuyor ki; düşünceler birbirlerinden ne kadar uzak görülürse görülsün birbirleriyle buluştuklarında etkileniyorlar ve başkalaşıyorlar.
Bu yaklaşımla söylenebilir ki; yabancılaşma evrensellik içerisinde artan bir sorun. Evren içinde kaybolan insan kendine yabancılaşıyor, evrene yabancılaşıyor.
TAYFUN İLBAHAR: Sanat sizce iktidara yakın mı olmalıdır? Ulufe almayan sanatkârın bu âlemde popüler olmayışı sizce devletin din ve dil üzerindeki kontrol mekanizmasının alameti midir?
SEMİHA KAVAK: Sanatın iktidarla birlikte düşünülmesinden daha vahim bir şey düşünemeyiz. Sanatçının aklını politikanın güdümünde kullanması demek onun esiri haline gelmesi demek. Sanatçının böyle bir tercihe göz kırpması onun tartışılır olmasına yol açar. Sanatçı kendi doğrularını söyler ancak. Günübirlik hesapların olduğu yerde sanat ve sanatçı yoktur. Sanatçının düşüncelerinin politik mecralarda işlerliğinin onun politikayla, iktidarla direkt ilişkilendirmek de doğru değildir. Sanatçı görüşlerini ortaya koyarken aslında bir yön çizer. İşte bu yön zaman zaman iktidarların diline yakın düşebilir. Buradan iktidar-sanat arasında doğrudan bir bağ olduğu varsayımını çıkaramayız.
TAYFUN İLBAHAR: Son asırlarda edebiyat ve felsefe üzerindeki erkek egemen bir sultanın olduğuna inanıyor musunuz? Bunun sebebi dinin yaygın anlayışı ve erkeğin “kayyum” oluşu. Kadının ise erkeğe tâbi, korunmaya muhtaç zayıf pozisyonu ile izah edilebilir mi? Siz dini böyle mi anlamlandırıyorsunuz?
SEMİHA KAVAK: Ataerkillik toplumsal bir olgu. İnsanlık tarihi bireye yer belirlerken cinsler arasında da bir tercihi dayattı. Bu yalnızca dinin vazettikleri arasında bulabileceğimiz bir sorun değil. Kadını insanla-hayvan arasında sayan Latin düşünürlerini de unutamayız. Toplumsal algıyı yaratan kültür, dini algıyı da bu dile evriltmiş maalesef. Bence bu bitmez tartışmanın içinde boğulmak yerine her birey insanlık için üretebildiğini üretmeli. Yeryüzünde hiçbir şey boşlukta kalmaz. Zaman gelir her emek değerini bulur.
TAYFUN İLBAHAR: “Ayna İnsan” adlı derginin tüm yükünü omuzlar iken, cemiyete bir mesajınız var mıydı? Bu yük kadının cemiyet içerisinde konumlandırılması hususunda, yükün paylaşılması ile ilgili erkekler açısından bir açılım getirir mi?
SEMİHA KAVAK: Ayna İnsan Dergisi birbirini iyi anlayan, yaşadığı çağ, dünya, doğa sevgisi, kelâm etiği gibi birçok ortak noktası bulunan ve kadın-erkek ayrımlarının çıkmazlarına sıkışıp kalmayan “güzel insanların” insanî eylem odaklı ekip çalışmasının ürünüdür. Dergi çıkarmak, Sait Faik’in ifadesiyle “Bir dergi bir fikir, bir dert yüzünden sevişen insanların toplandığı yer olmalıdır.”
Günümüzde popüler, bilinen isimlerin dışında da iyi metinler, şiirler, öyküler yazan genç bir kuşak var.  Biz; Ayna İnsan’la iyi metinler üreten ancak yazdığı metinleri kanon oluşturmuş edebiyat dergilerinde yayımlatamayan ve derdi edebiyat olan genç kuşak için bir kapı aralamayı, mevcut edebiyat saflarını Ayna İnsan’la daha da sıkılaştırmayı düşündük.
Mesajımız çok net ve açık. Ayna İnsan, insanı diğer varlıklardan farklı kılan tüm değerlerin, insanın gönül tahtı olduğunun bilincinde bir anlayış ve yaklaşımla insanın içindeki yaşama şiirle, edebiyatla, kültürle ayna tutmak için çıkıyor.
Bu süreçte Ayna İnsan’ın tüm derdi; dar bir zemine sıkışmadan edebiyat ve şiir olacaktır. Muhalif olmak adına ayrıksı bir güç gösterisinde, birilerine veya bir yerlere haddini bildirme amacında olmadan, hayata, insana, inanca, doğaya karşı öfkeli, isyankâr bir tutum içerisinde değil, yapıcı ve bütünleştirici, vefalı olmayı önemseyen. Samimiyetle, söyleyecek sözü olan herkese kapımız açık, Ayna İnsan’a gelenlerin her zaman oturacakları bir minderimiz olacak.
Ayna İnsan; kısaca Yunus Emre’nin “bir ben vardır benden içre” deyişinin tercümesidir.
TAYFUN İLBAHAR: Son olarak sizin siyasi ve sosyal problematiğin çözümü hususunda okuyuculara önerilerinizi ve özlemlerinizi lütfeder misiniz?
SEMİHA KAVAK: İslamın ilk emri “Oku!” emriyle başlıyor. Rabb’in adıyla okumak ise yabancılaşmayı engelleyen temel olgu. Eğer insan söylediklerini hesabı verilecekler arasında görürse ürettiği her şey yabancılaşmayı minimize eder. İki günü birbirine eşit olan ziyandadır. Gelişmek sadece insanın kendisine yönelik bir eylem olarak görülmemelidir. Bir zorunluluktur aynı zamanda. Üreterek gelişime katkıda bulunmak ve üretileni özümseyerek anlamaya çalışmak ve yeniden üretime kazandırmak genel bir idealim.
TAYFUN İLBAHAR: Semiha Hanım samimi ve öze dönük cevaplarınız için teşekkür ediyoruz. Sizi izlemeye devam edeceğiz. Başarılar.
SEMİHA KAVAK: Ben teşekkür ederim.

BERCESTE 
SAYI:149 

3 yorum:

  1. yanıtlarınızı sevdim. sanat iktidarın her zaman karşısında olmalı zaten. sanat muhaliftir başkaldırır daima. her türlü düzene karşıdır. bir de, sanatçı evet süzerek duru bir dille halka sunmalı. ve onu yükseltmeli tabii.

    görüşürüüz gelirim ki yine. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İktidarların da yaptığı en büyük hata sanatı ve sanatçıyı kısıtlamaya çalışmak.Sanatçı özgür olmazsa üretken de olamaz

      Sil
  2. Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim arkadaşlar...

    YanıtlaSil